Cehennem tanrıların yaşadığı mekândır. Cehennem La ilahe, cennet ortamı İlla Allah! Bu yüzden cennete tanrı giremez; illa Allah ortamına La ilahe kapsamı giremez! Demek ki; cennet mevhumunun içinde tanrı yok, oraya tanrı giremez, hiçbir şirk oradan giremez! Şirk olan bir mana, şirk olan bir bakış açısı, şirk olan bir hayat, şirk olan bir iddia cennet hali değildir! Cennet hali; illa Allah! Cennet hali illa Allah da, cehennem hali ne? Cehennem hali de İlah! İlan edilmiş ilahlar! Evet yakaladığımız yeni mana bu: La ilahe; tanrı/ilah giremez, illa Allah. Öyleyse, ilahlık ilanını/tanrılık halini yaşarken çok iyi fark etmek, önemsemek gerekiyor ki, insan ilan edilen ilah kapsamından kurtulabilsin, o mekanizmasından kurtulabilsin. Eğer kişi onu fark etmezse, o zaman tasavvufu ilan ettiği ilaha öğretir, İslamiyet’i ilan ettiği ilaha yaşatmaya çalışır. Ama ilahın yaptığı işlerin bir önemi yok ki! “La ilahe illa Allah”ın manasını düşünürken de yanılmamamız gerekiyor: “Ben bir tanrı kabul etmiyorum ki” veya “tamam, tanrı olarak gördüğümüz şeyler giremesin” diye düşünmek yanlış olur, öyle düşünmemek lazım. Burada kast edilen mana, kabul edilen tanrılar değil, ilan edilen tanrılık anlamıdır. İlan edilen ilahlıktır! Tanrı giremez; tanrılık ilan etmiş halin giremez, işte o giremez!
Furkan Suresi 17: “O gün onları ve Allah’ı bırakıp da taptıkları şeyleri toplar ve bu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendi kendilerine mi yoldan saptılar der.“
Furkan Suresi 18: “Onlar; hâşâ! Seni bırakıp başka dostlar edinmek bize yaraşmaz. Fakat Sen onlara ve babalarına nimetler verdin de sonunda Seni anmayı unuttular ve helaki hak eden bir millet oldular derler.” Demek ki yeri geldiğinde, edinilen ilahlar/tanrılar “biz öyle bir şey yapmadık, biz öyle bir iddiada bulunmadık” diyecekler, ama “ilahlığını ilan eden” kurtulamayacaktır!
Hazreti Ebu Bekr es-Sıddıyk radıyallahu anh: “Ben neye bakarsam önce Allah’ı sonra baktığım şeyi görürüm” diyordu, hatırladınız mı? Demek ki, herhangi bir şeye baktığında önce hakikati daha sonra baktığı şeyin kendisini ne sandığını veya bizim onu ne sandığımızı görüyor! Herhangi bir insana baktığı zaman önce ondaki hakikati görüyor, sonra onun kendini ne sandığını görüyor, “o kendisini Ayşe sanıyor” diyor. Bir çiçeğe bakıyor, ondaki hakikati görüyor, sonra onu ne sandığımızı, onu çiçek sanışımızı görüyor. Önce hakikati görmek, sonra ne sandığımızı görmek çok önemlidir! Bu sıralama neden önemli? Çünkü genellikle tersini yaparız! Önce “onun kendini ne sandığını” veya “bizim onu ne sandığımızı” görürüz, sonra tefekkür eder; “biz buna çiçek diyoruz, biz bu arkadaşa Ali diyoruz ama aslında onun hakikatinde bu var” deriz. Ama Hazreti Ebu Bekr radıyallahu anh’ın bakışına dikkat edecek olursanız sıra farklıdır! İnsan bu bakışı hızla okuyunca “ben de öyle yapıyorum” gibi düşünür, halbuki mekanizma terstir! Ters! Hazreti Ebu Bekr (ra) baktığı zaman önce hakikati, sonra gördüğünün kendisini ne sandığını veya onu çevrenin ne sandığını görüyor. Bunu basit bir örnekle açalım: Beni bir süredir tanıyorsunuz. Diyelim ki benim farklı bir işim daha var, aynı zamanda bir tiyatroda gösteri yapıyorum. Zaman zaman karşılaştığımız için de, bir oyun olunca size davetiye dağıttım, siz de geldiniz izleyeceksiniz. Ben “A” rolünde çıkacağım sahneye. Sahnede beni görür görmez beni mi, yoksa “A” rolündeki halimi mi bilirsiniz? Önce tanıdığınız beni görürsünüz değil mi? Sonra da rolümü konuşursunuz; “A” rolünde” dersiniz, hiç tersi olur mu, mümkün mü? Mesela meşhur bir artist düşünün, geçmişten olsun, Ayhan Işık, diyelim bir kahraman rolünde çıktı. Onu uzun süre seyret, seyret, seyret, filmin sonuna doğru “aa, bu Ayhan Işık’mış” der miyiz? Daha o sahneye çıkar çıkmaz “Ayhan Işık çıktı” deriz. Hazreti Ebu Bekr’in söylediği bundan farklı değil ki! Bu bizim hayatta yapabildiğimiz bir şey zaten. Ama dikkat edin; biz Allah’a ait olunca bunu ters yapıyoruz. Bir normal yaşantı, bir de Allah var gibi davrandığımız için, Allah’ı normal yaşantımızın hep dışında tutuyoruz! Hani bazı insanlar zaman zaman efkârlanmak, duygulanmak ister, biz de dindar olmak istediğimiz zaman “Allah var” diyoruz! Normal bir aktör söz konusu olduğunda bu mekanizmayı düzgün çalıştırıyorsun, önce kişiyi söylüyorsun, sonra da rolünü! Hazreti Ebu Bekr de aynısını yapıyor, ama Allah yolunda! Önce onun hakikatini görüyor, sonra da “ha, o, dünyada şu rolde” diyor. Şuna çok dikkat edelim: İki şey var; birisi kişinin rolü. Diğeri o rolün gücünden yararlanarak onun kendisini ne sandığı! Bu çok önemlidir! Hakikat açısından baktığımızda o rolü size “B” diye, “B sırrı” diye anlattık! Ama bir de “B” yapıya sahip çıkıp “bunlar benim” diyen hal var, kendini “A” sanan “A” yapısı var. İşte o “A” yapı kendini ilah sanmaktır, kendini tanrı ilan etmektir. O yüzden ona “la ilahe” denir!
Önce duyduk ki; tanrı yok illa Allah. Sonra bu tanrı kelimesinin açılımlarını yaşadıkça gördük ki; tanrı yalnızca ötemizde berimizde, tapmak için edindiğimiz şeyler değilmiş. Oysa daha önce, zaten hayatımızda öyle bir şeyler yok diye rahattık! Şimdi o tanrının ne olduğunu araştırmaya, fark etmeye başladık. Gördük ki Şirk-i Hafi denilen çok önemli bir şey var! Şirk-i Hafi’nin ne olduğunu ve onun hayatımızdaki yerini araştırınca da gördük ki o bizim halimiz! Şirk-i hafi; “La ilahe/tanrı yok” derken bahsedilen tanrının kendimizde ilan ettiğimiz halidir! Tanrı denilen şey; var olan Esma’ül Hüsna kompozisyonuna ve oradaki Rab gücüne sahip çıkıp; “ben varım ve bu güç benimdir” demektir! Geldiğimiz bu idrakta artık Kelime-i Tevhid’in manasına aynı pencereden bakmaya başladık ve artık üzerinde anlaştığımız bir Kader Anlayışı var. Bu anlayışta hemfikir olunmazsa söylediğim bu cümlelerin anlatılabilmesi de, anlaşılabilmesi de kolay ve mümkün olmuyor.
Kişi La ilahe illallah Kelime-i Tevhidi’ni, anlattığımız şekilde anlamlandırmazsa ne olur? Onun her şeyi farklı olur. Mesela duası! Tanrılığını ilan etmiş o kişinin işleri yolunda gittiği sürece hiç aklına Allah gelmez, dua etmek gelmez. Yok mu böyleleri? Ömrünün tamamı böyle olmasa da uzun süre böyle yaşayanlar yok mu? Aklına Allah gelmiyor, dua etmek, yönelmek gelmiyor! Neden? İlan ettiği tanrının gücüyle işleri yürüttüğü için! Ne zaman, ilan ettiği tanrı gücüyle yapamayacağı bir işle karşılaştı, o zaman bir üst tanrı olarak Allah’a müracaat ediyor! Yaşadığı yerde o üst tanrının ismi Allah’sa, o Allah’a müracaat eder; “Ey Allahım, ey üst tanrım, ey üst makamım, benim gücüm yetmedi, şu noktadan itibaren şunu sen yap” der, tarif eder, tam bir sipariş verir! Tanrılığını ilan ediyor, gücünün yetmediği işleri üst tanrıya sipariş ediyor, bunun ismine de “dua” diyor! Peki, yanlış bir yaklaşım olmasına rağmen onun istekleri kabul olur mu? Olur, duanın kabul olması ayrı bir şeydir! Bizim anlatmaya çalıştığımız, fark etmeye çalıştığımız; sistem içerisinde böyle bir duanın olmadığı! Değilse, “La ilahe illallah” Kelime-i Tevhidinin manasına göre, yani “tanrı giremez, illa Allah” idrakına göre o kişiye baktığımızda, bu kapıdan tanrı giremiyorsa, o zaman onun dünyaya ait tüm istedikleri olsa ne olur ki! Eğer hedefiniz bu kapıdan geçmekse ama geçemiyorsanız, diğer istediklerinizin olmasının ne önemi var ki? Cennetin güvenlik alanına tanrı giremiyor! “Seni çok beğeniyorlardı, takdir ediyorlardı, aferin de dediler. Ama tanrısın, bu kapıdan giremezsin!” denilecekse ne önemi var onların! “Bu kapıdan tanrı giremez” hükmü hep gündemimizde olması gereken çok önemli bir mana! La ilahe illallah, tanrı giremez, tanrıya kapalı, tanrıysan giremezsin illallah! Bu hitapla karşılaşmamak için tedbiri burada almak gerekiyor! Kişi bu tedbiri çok önceden almışsa ona; ölmeden önce ölmüş derler ki, o bu hali daha dünyadayken yaşamış olur. Bir kişi “tanrı giremez illa Allah” mevhumunu bu dünyada yaşamaya başlarsa, ölmeden önce onu başarmış demektir. Çünkü ölümle birlikte artık “genel muamele” başlar; tanrı ismiyle muamele başlar! Tanrıların isimleri, güçleri bu dünyada farklı olabilir, onlara farklı isimler veriyor olabiliriz, ama ölümü tatmakla birlikte genel muamele başlar: Tanrıysan cehennem! Tanrılar sınıfına yapılan muamelesinin ismi cehennemdir. Çünkü tanrıların yaşadığı mekânının ismi cehennemdir!
Es Sıddıyk radıyallahu anh’ın cümlesine dönelim: Ben bir şeye baktığım zaman, önce onun hakikatini, sonra onun kendini ne sandığını, ne ilan ettiğini görürüm. Hazreti Ebu Bekr’in bu açıklamasını uygulamaya talip birisi, bunun antrenmanına nasıl/nereden başlamalı? Önce kendine öyle bakarak başlamalı! Bu bakış önce “karşıya bakış” değildir. Bir insan bu bakışla önce kendisine bakar, ilk bakış insanın kendisinedir. Dolayısıyla önce kendine bakıp o hakikati görmelidir, bu çok önemli! Gelin bu işi pratikleştirelim. Peki, normal hayatta ben bunu kendime nasıl kolaylaştıracağım, nasıl pratik hale getireceğim? Kendinize “ben neyim?” diye sorun lütfen. Cevap olarak da şöyle düşünelim: Ben Allah’ın düşüncesiyim, ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim. Tasavvuf kitaplarında bu cümleyi çok daha manalı ve kapsamlı bulabilirsiniz. Biz şimdi günlük yaşantıda uygulanabilecek bir kıvamda söylemeye çalışıyoruz. Diyorsunuz ki; ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim. Bu bakışın antrenmanıyla o iş kolaylaşır inşaAllah. Ve bu idrakla “BEN” demekten korkmayın. Bu bakışla söylediğiniz “BEN”, nefs mertebelerinin başlaması için gereken “BEN” tasavvurudur. Bu “BEN”, nefs mertebelerinde ilerken yok edeceğiniz “BEN”dir aynı zamanda! Bu idrak dışındaki “BEN”, yani bundan önceki “BEN”, zulmani BEN olup, nefs mertebelerine başlayabilmek için yok etmeniz gereken “BEN”di! Böyle bir açıklamaya daha önce rastlamadınız! Dikkat ediniz, birisi nefs terbiyesine başlayabilmek için yok etmeniz gereken “BEN”dir, diğeri nefs mertebelerine başlayabileceğiniz ve orada ilerken yok edeceğiniz “BEN”dir. İlkini yok etmeden bu yol başlamaz, çünkü o ilahtır! Orada “BEN” derken kastettiğiniz yapı; Allah’ın verdiklerine sahip çıkarak; “ben varım, benim gücüm var, bunlar benim” diyen yapıdır. Onu yok ettiğinizde, üstünden örtüyü aldığınızda bir şey açığa çıkar: O! Zaten O’ydu, ama onun üstündeki ilah maskesini/örtüsünü kaldırdınız! Şimdi artık o örtüden kurtulan bu yapı “BEN” diyor. Sizin şimdi “BEN” dediğiniz bu yapı; “BEN” Allah’ın düşüncesiyim, ben O’nun düşüncesindeki suretim” diyen yapıdır. Artık bir iddianız yok! İşte nefs terbiyesinde bu “BEN”le yol alınır! Nefs terbiyesi yapacak “BEN”, ilerledikçe yok olacak olan “BEN” budur.
Efendimiz sallallahu vesellem buyuruyor ki; “dünyaNızdan bana üç şey sevdirildi”. Neden “dünyaNızdan” diyor? Çünkü insan “dünyaM” diyor, sahip çıkıyor, öyle sanıyor ya, bu yüzden dünyaNızdan diye o idraka hitap ediliyor! Mesela Ay’dan birisi gelse, ona; dünyanızdaki yer çekiminden haberin var mı, ayınızdaki yer çekimi bizimkinin altıda biri” dersin, değil mi? Buradaki mana çok önemli olduğu için kumanda-poşet benzetmesini burada yeniden yapalım. Bunun için ev sahibinden, eğer varsa, bir TV kumandası ve poşet talep edelim, lütfen. Neden kumanda istiyoruz? Onun işlevleri var, bir şey yapıyor, bir gücü var; onu yaratılan insana benzetelim diye. Kumanda’nın yaratılan yapı olduğunu, “B” sırrıyla yaratılan yapı olduğunu iyi fark edersek Kur’an-ı Kerim mealini anlamak kolaylaşır, “B” idrakıyla Meal’i okurken “B sırrı”nı anlamamız kolaylaştırır. Kişi “B sırrı”nı kendisinin ilah yapısı yüzünden anlayamaz, onu ilahıyla okuduğu için anlayamaz! Daha net söyleyelim; Onu okuyan ilah olduğu için, Kur’an’a dokunması istenmeyen ilah olduğu için anlayamaz! Çünkü La ilahe; cennete tanrı giremez! Yani ona, “ey ilah, Kur’an’a dokunma” dendiği için anlayamaz, fark ettiniz mi? İlahlık bu kadar tehlikeli bir şeydir! Ama hayat bu tehlikeyi örtecek cazibeyle kaplanmıştır, sistem sürekli örtmeye yöneliktir. Neden? Aksi halde bu hayat olamaz! Bu hayatın dönebilmesi için tanrılara ihtiyaç var. Tanrılarla bu hayat dönebilir, dünya bu tanrılarla dönebilir. Bizim anlattığımız bu konu, ancak tanrılığını fark edip kurtulması dilenenlere cazip gelir ve o bu tanrıdan kurtulmak için çalışır, uğraşır. Diğerine cazip gelmez! Zaten onlarla yarışmayın, ortada kalırsınız sonra! Dünya sisteminde, dünya sahnesinde vehmin zulmeti+şeytanla yarışmak kolay değildir, dünya diye tarif ettiğimiz yaşantıda güç onlardadır! Bu yüzden, veli onlarla tartışmaz! Çünkü, çok iyi biliyor; sistem vehmin zulmeti+şeytan işbirliğinin cazibesini kuvvetlendirmeye yöneliktir!
Kumanda ve poşet! “B” sırrıyla yaratılan ve kumandayla temsil ettiğimiz yapı kendini tanımaya başladığında bakar ki kendisinde bir güç var. O Rab Gücü’dür, başka bir güç olabilir mi? Esma mertebesindeki yapma gücü Rab gücüdür, Rab o gücün ismidir. “Ya Rab” diye seslendiğimiz güç; Esma’ül Hüsna’nın tümünü şemsiyesi altına almış, ef’al âlemindeki sistemi içine almış olan Rububiyet Mertebesi’nin gücüdür, Rab gücüdür! İşte yaratılan yapı [mesela gördüğümüz insan] Esma’ül Hüsna kompozisyonu ve bir de onun “yapma gücü” olan Rab yapısından oluşur. O, bu gücü fark ettiğinde bu güce sahip çıkıyor, kumandadaki güce sahip çıkıyor, ona bir kılıf, bir poşet giydiriyor “o güç benim” diyor. Bu hale bir isim koyduk; “A” dedik. Kişi o yapıya sahip çıkıp; “A”nın gücü, “A”nın özel iradesi, “A”nın aklı” diyor! Yani sahip çıkan bu kılıf; “ben görüyorum, ben duyuyorum, ben işitiyorum, ben biliyorum, ben yürüyorum, ben geliyorum, ben gidiyorum” diyerek onun tüm yeteneklerine sahip çıkıyor. Sahip çıktığı ve bunu da fark etmediği için hayatı boyunca her işi yolunda giderse Allah’ı düşünmesi gerekmiyor! Ne diye düşünsün ki? Her iş tamam! Kim bu? “A” yapı. İşte ilah bu yapıdır, Allah’ı örttüğü için de ona örtücü ilah diyeceğiz. Bütün bunları Efendimiz’in “dünyaNızdan” deyişini daha iyi anlayalım diye de ele alıyoruz. Bu “A” yapının bir dünyası var, Efendimiz o dünyada yaşayana diyor; dünyaNızdan bana üç şey sevdirildi!
“La ilahe” denen bu poşet fonksiyonlara sahip çıkıp ilahlığını ilan etti ya, bu sahip çıkanın mekânı cehennemdir, cehennem onun ismidir. “B” yapının gideceği yerdir ki; illa Allah; cennet ortamı! Duyuyorsunuz, nefs mertebeleri diye, nefs terbiyesi tabirleri var, orada ilerleyiş basamakları var. O halleri okuyorsunuz, hatta onları okumak sizi motive ediyor, hoş geliyor, kendinize bir ideal, bir hedef ediniyorsunuz. Eğer o işleri yapmaya çalışan bu ilahsa olmaz, nefs mertebelerini o başaramaz: Siz ilahsanız da olmaz, size anlatan ilahsa da olmaz, başaramazsınız! Dinleyen ilahtan ve anlatan ilahtan kurtulmak gerekiyor önce! Her ikisinin önce ilahlıktan/“A” yapıdan kurtulması lazım! Nefs mertebeleri; Allah’ı anlama ve tanımadaki idrak noktalarıdır. O idrak sıçramalarını yapacak olan bu ilah değildir, çünkü o yol ona kapalıdır! Neden? La ilahe: Tanrı giremez; buna kapalı! Eğer salâtı “A” yapı ikame etmeye kalkarsa olmaz, mirac ona kapalıdır! Olamaz! Olabilir mi? Mirac, “B” sırrıyla olan yapının işidir. Bu ilah namaz kılarken Allah’ın önünde eğilir kalkar, “ancak senin önünde eğiliyorum, başka kimsenin önünde eğilmiyorum” dese de hep eğilip kalkan tanrıdır. “Namazda aklıma hiç bir şey gelmedi” der, aklına bir şey getirmeyen ilah olur, zaman zaman aklına bir şey getiren ilah olur, ama bir şey fark etmez! Çünkü ilah! Bazen çok duygulanır, ağlar “hiç böyle namaz kılmamıştım” diye düşünür, ağlayan ilah olur! Hep o “A” yapı! Bu yüzden bu poşetten, bu ilahtan kurtulmak gerekiyor, bu ilahı atmak gerekiyor, hayatta önce bu ilahtan kurtulmanın yöntemlerini öğrenmek gerekiyor. Çünkü bu yola çıkacak olan “A” değil, onunla yola çıkılmaz, çıkılamaz!
Eğer o poşetten kurtulursan, onu sıyırırsan “B” sırrı denilen yapıyla karşılaşırsın: Nokta! Bu “B” sırrı yapı önemli bir hakikattir, ondaki tüm yetenekler, özellikler o hakikate aittir! Onda hakikatin her türlü sırrı/özelliği olduğundan, onu ifade etmek için sembol bir kelime kullanırız; nokta. Nokta çok ilmi bir kelimedir ve “B sırrı” diye bahsettiğimiz hakikati tümüyle içeren mananın ismidir. Biz “B” sırrıyla yaratılan yapıya [kumandaya] nokta diyoruz; “B” sırrıyla yaratılan birim manasına. Yaratılan nokta/birim kendini takdim ederken “BEN” der. Onun “BEN” derkenki kastı; ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim demektir. “BEN” kelimesini “A” yapı da, poşet de kullanır. Onun “BEN” demesi, doğru bir bilgiyi CD’ye kaydetmeye benzer. Onun söylediği “BEN” kopyalanmış “BEN” olup tehlikelidir, çünkü ilahın “BEN” demesidir ve “La ilahe” denen “BEN” bu poşettir. Oysa nokta/kumanda olarak ortaya çıkan “BEN” “illallah” kapsamında olup holografik evren anlayışından da yararlanarak yokluğunu fark edeceğiniz yapıdır. Holografik evreni anlamakla yokluğunu fark edeceğiniz yapı “A” değildir! Eğer o sanarsanız işin içinden çıkamazsınız, Kuantum Fiziği’yle uğraşan ilah olursunuz! Kuantum Fiziği’nin deryaları neden Allah’ı bulamıyor? O bilgiyi İLAH CD’sine, poşete yükledikleri için! Örneğimizde kumanda ile anlatmaya çalıştığımız noktanın/birimin, günümüzdeki adıyla holografik evren denilen Sünnetullah’ı fark ettiği zaman hayreti artar, her fark ettiği şeyde hayreti artar. Ve Allah’ım hayretim arttır diye bir sığınışa, bir duaya, bir yakarış içine girer. Allah’ım hayretim arttır ki; Sünnetullah’ı daha çok bileyim, daha çok öğreneyim ve ona uygun yaşayayım demek ister. Çünkü öğrendikçe daha fazla kavrıyor ve yaşıyorum. Neyi? “B” yapısının da yokluğunu!
“Âlemlerin/her şeyin aslı hayaldir” diye bir cümle gördüğünüzde, tanrılık ilanı olan “A” halinizi hayal sanarsanız olmaz. Hayal o değil, o zaten hiç yok, onu sen uyduruyorsun! O cümlede hayal olarak ifade edilen varlık Allah’a göre hayal olandır, o da “B” sırrıyla yaratılandır, kumandadır. Evet, bu yapı Allah’a göre hayaldir! Sen diğerine/poşete “BEN” demekten kurtulup da “B” yapıya “BEN” diyebilirsen, ben Allah’ın düşüncesiyim hali oluşursa, idrak ilerlemelerine ancak bu noktadan sonra başlayabilirsin. Diyelim ki başladın ve ilerledin, ilerledin… İşte sonra hayal olan bu yapının da yokluğunu yaşarsın inşaAllah. Bu yapısını var sanan birisine onu izah etmen gerektiğinde, mesela kendine onu anlatman gerektiğinde Hazreti Ebu Bekr’i hatırla; o nasıl görüyor? Önce hakikati, sonra hakikatin düşündüğü sureti, yani onun rolünü görüyor. Kumandayla anlatmaya çalıştığımız nokta/birim/yaratılan o hakikatin rolüdür. Es Sıddıyk radıyallahu anh, o rolü sonra görüyor, ona ne dendiğini veya onun kendini ne sandığını sonra görüyor. Bu bakışın antrenmanına nereden, nasıl başlayacağız ona yine döneceğiz, ama bu bakıştan istifadeyle Edeb’e gelmek istiyorum: Edeb nedir, Edeb ya HU denilen ve çok önemli olan bu Edeb nedir?
Dedik ki, Es Sıddıyk gibi görebilmeye kişi önce kendinden başlamalıdır, önce kendine öyle bakarak başlayacaktır. Kendisine baktığında önce o hakikati görüp sonra ona verilen rolü görmelidir. Bakın “önce kılıfını görecek, önce kendindeki “A” yapıyı görecek” demiyorum. Çünkü ondan kurtulmadan hakikatin rolünü görüş olmaz. Ondan kurtulmuşsan, kendine baktığında esas hakikati görür, hissedersin. Buradaki “görmek” gözle görmek değil, idrak görmesidir! Eğer kişi; O’nun düşündüğü bu sureti görüp bu hakikate göre davranırsa edebli davranış olur, bu yapının hakikatine göre davranırsa o edebli olur. Hayata dönelim: İnsanlarla ilişkide kişi birisine baktığında önce o hakikati görür, bilir ve gördüğü o hakikate göre muamele yaparsa edebli davranmış olur. Eğer bu rolün üstüne geçirilen kılıfa göre davranırsa hakikate edebsizlik yapmış olur, edepsiz diye ona denir. Bu kılıfın çok hoşuna gidecek davranışlar yapıyor olsa bile, onlar hakikate uymayan davranışlarsa edebsizliktir. Demek ki, edebe iki yönlü bakmak lazım. Bir; insanın kendisine davranırkenki edeb, kendisinden çıkacak fiillerdeki edeb. İki; bir başkasına davranacağı zamanki edeb, o kişinin hakikate göre davranmasındaki edeb. Her iki halde de bahsettiğim hakikate göre fiiller sergileyen kişi edebli davranmış olur. Hakikate uygun fiilleri seçen kişi artık, o hakikate geçirilen kılıfa göre fiil seçmez! Aksi halde, bu sistem içinde onun adı edebsizliktir. Bu yüzden o, kendisine davranacağı zaman da, bir başkasına davranacağı zaman da sisteme uygun davranır, karşısındakinin haline göre değil. Karşıdaki kişi kendini “A” kabul etmiş, “A” halinde yaşıyor olsa bile, davranış biçimi ve veri tabanı ilah sistemine göre olsa bile, ona onun hakikatine göre davranır.
Bunu fark etmeyince biz normal yaşantıda Edeb’i karıştırırız! Normal hayatta edebi nasıl tarif ediyoruz? Tanrılara göre, bu poşete göre! Hayattaki edeb tarifi onlara göredir! Mesela; “ne edebli adam, beni görünce selam verir, düğmesini ilikler” deriz. Ona neden “edebli” dendiğini, fark ettiniz mi? İlan ettiğim tanrılığa saygı gösterdiği için edebli diyorum. “Beni görünce düğmelerini ilikliyor, ayağa kalkıyor. Ne desek yapıyor, öl desek ölür..” Bunları diyen ve bekleyen kim? İlan edilen tanrı! İlan edilen tanrılara göre, tanrı sistemine göre bir edeb tarifi var. İlan edilen tanrılara hoş gelecek davranış biçimlerini edeb olarak tarif etmişiz. Ama cennetin kapısı onlara kapalı: “La ilahe; tanrı giremez, tanrıya ait edeb de giremez” diyor. Demek, edeb; Edeb ya Hu denilen hakikate göre olan davranışlardır. O davranışların neler olduğunu bilmek, önemsemek, o fiilleri ortaya koymak için önce Edeb’i doğru tarif etmek, iyi bilmek gerekiyor. Sonra da “benim fiillerim tanrıya göre mi, hakikate göre mi?” diye bir irdelemeye girişmek lazım.
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
SEN TANRI MISIN?
3. Baskı, Sayfa: 126-133.