Esfele safiliyn hayat tarzını benimsemiş, tercihlerini duniHi anlamda hürriyet ile gerçekleştiren, açıktan veya gizli pozisyonlu duniHi ilahların sadırları nefret kökenli kıyas şeytanlık zann alanı haline geldiği için, heva ve heveslerine yönelik olarak ilahlık hissiyatları üzerinden oluşturdukları davranışlarının bu yarışına hayat mücadelesi gözüyle bakıyor olduklarından, böyle kişiler gerçek sevgi ve kardeşlik çerçevesinde bir grup, bir cemaat veya bir topluluk hiçbir zaman oluşturamazlar. Ancak bir gruba da ihtiyaçları olduğundan topluluklarını esfele safiliyn yöntemlerle bir arada tutmaya çalışırlar. Bu yöntemler genellikle tehdit, korku ve menfaatlere dayalıdır.
Haşr Sûresi 14. ayet bu konuda “onların kendi aralarındaki be’sleri (Müstakilen Varım ve Muhtarım iddialarının hırsları, güç ve alan savaşları) şiddetlidir. Kalbleri dağınık ve ayrı ayrı olduğu halde onları toplu sanırsın (toplulukmuş gibi görüntü verirler). Bu halleri onların akletmeyen birileri olmalarındandır.” buyurmaktadır. Ayet bize çok açık öğretiyor. Ayette geçen “kalbleri dağınık ve ayrı ayrıdır” cümlesine dikkatinizi çekmek isterim. İnananların kalpleri, Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun esas halkasına dâhil oldukları zaman o kalpler tek ve biz anlamındadır. Müminler ayrı ayrı fertler değillerdir, yani müstakilen var ve muhtar değillerdir. Ayet içerisindeki bu cümle “müstakilen var ve muhtar” iddiayı çok önemli şekilde vurgulamaktadır: Kalbleri dağınık ve ayrı ayrı… Esfele safiliynde olan her kalp kendisini müstakilen varım ve muhtarım iddiası altında ortaya koyduğu için, her birinin ilahlık hissiyatı ayrı ayrı birer fert olarak dışarıya çıkmaktadır. DuniHi anlamda hürriyet ile tercih yaparak neyi, kimi ve nasıl seveceğini belirleyen duniHi ilahların dünya ve ahiret hallerini Rabbimiz inananlara Bakara Sûresi 165, 166, 167. ayetlerde bildirmektedir:
Bakara Sûresi 165, 166, 167: “İnsanlardan kimi de Dunillahi bir endad edinip onları Allah’ı sever gibi severler. İman etmiş olanlar ise Allah’a sevgide daha şiddetlidirler. O zulmedenler azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın Şedid’ül Azab olduğunu göreceklerini keşke şimdi anlayabilselerdi. O zaman geldiğinde kendilerine tabi olunanlar azabı görerek kendilerine tabi olanlardan uzaklaşıp gitmişlerdir. Aralarındaki ilişkiler de parçalanıp kopmuştur. Tabi olanlar “keşke bize bir kere daha fırsat verilseydi de şu sevdiklerimizden bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak” dediler. Böylece Allah, onlara amellerini kendilerine acı pişmanlıklar olarak gösterir. Onlar nardan çıkacak da değillerdir.”
Ayetin manasal açılımını yapabilmemiz için ve yapılan uyarıyı görebilmemiz için öncelikle “Dunillahi bir endad edinmek” ne anlama gelir, onu nasıl anlamalıyız, sonra da “Allah’ı sever gibi severler” cümlesini açmalıyız. Endad oluşturmak herhangi bir şeyi Allah’a denk ilan etmek, böyle kabul etmek ve onu Allah gibi görmek manalarını içeren bir davranış biçimidir. Dunillahi bir endad, duniHi algı ve zannlarıyla Allah’tan ayrıca müstakilen var ve muhtar varlıklar ilan etmek, kabul etmek, onlara ilah muamelesi yapmak demektir.
Bir kişi iki şekilde dunillahi endad edinir. Esas olan ise söyleyeceğimiz birinci şekildir, o birincil şirki oluşturur. Kişi duniHi algı ve zannlarıyla “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasına girerek bir duniHi ilah olur ve önce kendisini dunillahi bir endad edinir, ilahlık hissiyatına bürünür. Bu birincil şirk esas şirktir, bu gerçekleşmeden şirk diye bilinenler, şirk listeleri ortaya çıkmaz.
Bu birincil şirkin kapsamına giren duniHi ilah daha sonra ilahlık hissiyatının heva ve heveslerine göre başka “müstakilen var ve muhtar” varlıklar ilan eder ve kabullenir ki buna fiziksel putlar da dahil edilebilir. Bu durum ikincil şirki oluşturur.
Ayetteki “endad edinmek” konusunu yalnızca fiziksel put edinmek gibi anlamak mevzuyu hiç anlamamış olmaktır veya ayeti ötelemek olur. Şu vereceğim örneğe lütfen dikkat buyurun: Bir ateisti düşünün; etliye sütlüye karışmayan, kendi halinde yaşayan, sade bir ateist düşünün. Bir inanç sahibi değil. Dolayısıyla inançla ilgili hatalar yapmıyor. Bir fiziksel putu da yok. Ayette bahsedilen manayı yalnızca fiziksel put diye algılar ve bu tarihsel bir olaydır der ötelerseniz diye söylüyorum; bu ateistin bir fiziksel putu yok, dolayısıyla ayetin kapsamına girmiyor. Bu durumda, bu ayete göre bu ateist kurtuldu mu? Öyle bakılırsa kurtulmuş oluyor, çünkü ayetin kapsamına girmiyor. Eğer siz ayeti yalnızca fiziksel put diye ve yalnızca inanıyorum diyen kişilerin yaptıkları hatalar olarak ele alırsanız, ayetin kapsamını böyle belirlerseniz bahsettiğimiz ateist bu ayetten sıyrılmış olur. Halbuki bir ateist dünyada halim selim, etliye sütlüye karışmayan, kendi halinde, sade yaşayan birisi bile olsa, “müstakilen varım ve muhtarım” iddiası sebebiyle o ateist bizim bahsettiğimiz birincil şirkin kapsamındadır. Olaya böyle baktığınız zaman ayetin kapsamına girmeyen hiçbir esfele safiliyn kalmaz.
DuniHi algı ve zannlarına, “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasına sırtını dönmüş, ilahlık hissiyatını reddetmiş, Amentü Billahi demiş ve bu imana uygun olarak ameller ortaya koyanlar, yani sadrını duniHi algı ve zannlarından, bunların heva ve heveslerinden temizlemeye çalışanlar dışındaki bütün insanlar bu ayet kapsamına düşerler, bu ayetin kapsamına düşmekle de dunillah bir endad edinmiş olurlar…
Ayet devam ediyor, diyor ki “sonra onu Allah’ı sever gibi severler.” Allah’ı sever gibi severler demek kesinlikle şöyledir; Dunillahi endadlarını Allah’ın yerine koyarlar. Allah’a ve yarattıklarına olan nefretlerini de dunillahi endadlarını kutsama vasıflı severek Allah’a karşı nispet ederler. Ayetin sonunda öğreniyoruz ki duniHi ilahların nefret kökenli kıyasa dayalı olan ve ilahlık hissiyatları üzerinden oluşturdukları hayat tarzlarının karşılığı cehennem olacak ve ilahlık hissiyatları kaynaklı davranışları kendilerine acı pişmanlıklar olarak geri dönecektir.
Rabbimiz inananlara onları nefreti gerçek sevgi zannetmekten, dünya hayatında kurtaracağını müjdelemektedir.
Meryem Sûresi 96. ayet: “Muhakkak ki iman edip salih amel işleyenlere gelince Rahman onlar için bir sevgi oluşturacaktır.”
Ayetin manasal açılımına bakacak olursak: “Müstakilen varım ve muhtarım iddiasından vazgeçmiş, sadrını duniHi algı ve zannlarından, bunların heva ve heveslerinden temizlemeye gayret edenleri, hayat tarzı oluşturanları Allah merhametiyle nefret duygularından temizleyecek onlara gerçek sevgiyi yaşatacaktır.” Ancak Hac Sûresi 38. ayet: “Muhakkak ki Allah hain ve nimetleri küfür amaçlı kullanan nankörleri sevgisinden mahrum eder.” buyurmaktadır. Bunun manasal açılımını da ekleyecek olursak: “Müstakilen VAR ve Muhtar” olan ancak Allah iken Allah’a karşı “ben de müstakilen varım muhtarım” iddiasında bulunan hainleri, Allah’ın verdiği nimetleri Allah’a ve O’nun yoluna karşı kullanan nankörleri ise gerçek sevgiden mahrum eder. Onları nefretlerine mahkûm eder.
Amentü Billahi diyerek gereğini yapanlar, bu yaşadıkları gerçek sevgi sayesinde ancak kardeştirler. Hucurat Sûresi 10. ayete göre böyledir. Oysa nefrete mahkûm duniHi ilahlar, Haşr Sûresi 14. ayete göre, kardeş ve topluluk olamazlar.
Dünya hayatında, ilahlık hissiyatı ile yaşayan duniHi ilahlar ile Billahi anlamda iman etmiş olanlar nefret ve gerçek sevgi bakımından ayrılırlar. Bu ayrılık ahirette de devam eder. Zuhruf Sûresi 67. ayet: “O gün dostlar (dünya hayatındayken esfele safiliyn kuralları ile sevgili olanlar) bazısı bazısına düşmandır. Ancak müttakiler (nefret hallerinden korunarak Allah için fıtratlarına uygun sevgiyi yaşayanlar) müstesna.”
Müstesna tutulan müttakiler yani nefret hallerinden korunarak Allah için fıtratlarına uygun sevgiyi yaşayanlar, gereken tedbirleri alanlardır. O tedbirlerin, talip olanlar için birkaç tanesine ana başlıklar halinde bakalım:
Nefreti canlı tutan öncelikle nefret dilidir, yani nefsin şerrinin konuşma dilidir. Nefsin şerrinin konuşma dilini, bu dilin Allah’a olan kastını fark edip bu konuşma dilini terk etmek gerekiyor. Bu gayretle beraber, Rabbimizin Al’u İmran Sûresi 28. Ayetinin gereğini de önemsemeliyiz: “Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin (sevmesin). Kim böyle yaparsa onun Allah ile (dostluğu kalmaz, sevgi) ilişkisi kopar.”
Nefret duygusunun fonksiyonel hali Kur’an’da “Ğıll” olarak geçer; nefret duygusunun fiillere dönüşmek üzere fonksiyonel hale gelmesi “Ğıll”dir. Sadrı kaplayan duniHi algı ve zanları kalbin üzerini (kalp bilgi platformunu) formatlayarak kılıflar, “Ğıll” işte bu kılıfın vasfıdır. Bu ğıll nefreti fonksiyonel hale getirmek için gereken emirlerin beyine gitmesinde rol oynar ve beyin tarafından ğıll sanki kalpteymiş gibi algılanır, çünkü beyin kalpten emir alır. Oysa kalbin üzerini sadırdaki nefret kökenli heva ve hevesler kaplamış (kalbin bilgi platformunu formatlamış) ve ğıll oluşmuştur.
Kalb bilgi platformunun formatlanması kalpte hastalığa yol açar. Kur’an kalp bilgi platformuna format atılması haline “üstü kılıflanmış kalp” veya “paslanmış kalp” diyor.
Hicr-47 ve A’raf-43. ayetlerden öğreniyoruz ki kalbi kılıflayan bu ğıll bulundukça kişi cennete giremez. Allah, cennete almayı dilediği kullarından bu yüzden Ğıll’i söküp atmıştır. Yine bu sebeple, Rabbimiz Haşr Sûresi 10. Ayette inananlara “Allah’ın kalbinizi ğıllden temizlemesi için dua edin” demekte ve bir dua öğretmektedir. Bu duayı hayatımıza kazandırmamız gerekir. Tedbirleri konuşuyoruz ya, bu dua da bir tedbirdir…
Bir diğeri, Allah’ın “Vedud” esmasından zikrullah olarak ve dua ederek yardım istemeliyiz.
Rasulullah (SAV) Efendimizin Allah’ın sevgisine talip olanlara bu konuda öğrettiği şu duayı da hayatımıza almalıyız: “Allahümme inniy es’elüke hubbeKE ve hubbe men yuhibbuKE: Allahım, Senden kesinlikle sevgini ve seni sevenleri sevmeyi dilerim (âmin).”
Efendimiz (SAV)’in bize öğrettiği bu duanın manasal açılımına da bakalım: Allahım, kalbimi ğıllden temizleyiver. Kesinlikle kalbime sevgini hâkim kıl ve bu sevgi bütün sadrımı kaplasın. Allahım, seni gerçek sevgi ile sevenleri tanıyabilmeyi ve sevebilmeyi de bana öğretiver. Dünya hayatını cazibeli görmekten, sevginden uzak düşmekten sana sığınırım. Sevgini bana serin sudan sevimli eyle ya Rabbi (âmin).
Nefreti ve nefret dilini tanımış, bundan kaçınmış ve gerçek sevgiyi yaşayan Rasulullah (SAV) Efendimiz, inananlara bu gerçek sevgiyi nasıl yaşayacaklarını öğretmek amacıyla şöyle buyurmuşlardır:
“Kim imanın lezzetini tatmak istiyorsa Allah ve Rasulünü herkesten ve her şeyden fazla sevmelidir. Birisini veya bir şeyi Allah rızasını umarak sevmelidir. İmandan sonra küfre düşmekten ateşe düşmekten korkar gibi korkmalıdır.”
Al’u İmran Sûresi 8. ayet biz inananlara Kalbimiz Rabbimize nasıl iman edeceğimizi öğrendikten ve gerçek sevgiyi yaşamaya başladıktan sonra sadrımızı yeniden nefret ve nefret dili sarmasın diye Rabbimizden yardım ve müdahale istememizi, bu amaçla da şöyle dua etmemiz gerektiğini öğretir: “Rabbena la tuzığ kulubena ba’de iz hedeytena ve heblena min ledünKE Rahmeh. İnneKE entel Vehhab: Rabbimiz, bize hidayet edip gerçeği gösterdikten (öğrettikten) sonra kalplerimizi nefsin şerri yönüne çevirme. Bize ledünnünden rahmet ver. Muhakkak ki Sen Vehhab’sın.”
İnsanların Ahsen-i Takviym yapısının sevgi anlayışı ve bu gerçek sevginin yaşanabilmesi, barış ve esenlik gibi hallerin dünya hayatında Yaşanabilir Hayat Normlarına kavuşabilmesi, Allah’ın Selam esması kanunlarıyla gerçekleşir. Bu sebepten Müslümanlar birbirlerine “Selamün Aleyküm”, “Ve Aleyküm Selam” derler. Bu duada birbirimiz için şöyle dua etmiş oluyoruz: “Allahım, bu kardeşimize dünya hayatında onu cennete götürecek bir hayat yaşatıver. Ahirette de cennetine alıver inşaAllah. (Âmin)” Diğer mümin de cevaben “Allahım, beni de onu da inşaAllah (Âmin)” der.
Rasulullah (SAV) Efendimiz buyurmuşlardır ki: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız. Birbirinizi sevmek için de selamlaşın, selamlaşmayı yayın.”
Hadisten anlıyoruz ki cennete girebilmek için Billahi anlamda iman etmek olmazsa olmaz şarttır. Billahi anlamda imanı ve gereklerini yerine getirebilmek için de inananların birbirlerini sevmeleri yani gerçek sevgiyi yaşıyor olmaları gerekir. Çünkü nefret ve nefretin konuşma dili ve kalbi kılıflayan ğıll varken amellerin salih olması, salih amel mümkün olmaz. Ameller şeklen yapılıyor olur ama o amellerin salih olması mümkün olmaz. Bu (Billahi anlamda iman ve salih amel ayrılmazlığı) o kadar önemli bir uyarıdır ki… Ayetlerde “iman edin ve amel yapın” denilebilirdi ama öyle değil. Billahi anlamda iman ve amelin salih olması söyleniyor. Demek ki bu gerekiyor. Öyle olunca “salih” nedir, onun çok iyi tanımlanması gerekir.
Hadisten öğreniyoruz ki eğer kişi nefret kumaşını giymişse, sadrı nefret libasıyla kaplıysa yaptıkları salih amel olmaz… Bu yüzden ayet bize “takva libası giyin” diyor. Demek ki insanın üzerinde nefret libası var. Nereden anlıyoruz? Çünkü kişi o libasa göre konuşuyor, kişide nefret konuşma dili var, kalbi kılıflayan ğıll var. İşte bunlar varken amel salih olmaz. İnananların birbirlerini gerçek sevgiyle sevebilmelerini sağlayabilmek için Efendimiz (SAV) “selamlaşın ve selamlaşmayı yayın” buyuruyor. Çünkü kalbin ğıllden temizlenmesi ve selam kapsamına girebilmesi için Allah’ın yardım ve müdahalesi gerekiyor. Bu amaçla, selamlaşarak dualaşın ve birbirinize göre günahsız olan ağızlarınızla birbirlerinize dua etmiş olun…
Selamlaşmanın ne kadar önemli bir değer olduğunu, bir insanın dünya ve ahiret hayatı için nasıl önemli bir dua olduğunu fark etmemiz gerekiyor, bu çok önemli. Selam duasını bu değere göre kullanmalıyız, israf etmemeliyiz. Kişi birisine cebinden en küçük parayı veya herhangi bir şeyi vermekten kaçınıyor ama bu duayı, dünyanın en yüksek değerli cümlesi olan “Selamün Aleyküm” cümlesini rastgele kullanabiliyor. Bu konuda çok dikkatli olmak lazım… Bu duaya layık olmayan, bu duayla didişen topluluklara bu duayı neden yapalım, niye söyleyelim? Dikkat edin, biz “Selamün Aleyküm” duasının hem kullanıcısı hem de yükselticisi ve koruyucusu olmalıyız.
Allah’ın Selam esması kanunları, kullara selamet ihsan eden, onlara yakîn halini yaşatan, Billahi anlamda iman edenlere İslam’ı kolay ve güzel eyleyen, Dâru’s Selâm olan cennet yaşantısını meydana getirendir. Bu tarifteki yakîn halini yaşatan yani mümin kulun Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusunu esas halkasına dâhil edecek olan kanunlar, Selam esmasının kanunlarıdır.
Dünya hayatında insanlar Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisini Hakk veya batıl tercihlerine göre kullanarak iki tip hayat tarzı oluşturur. Bu hayat tarzlarından birisi duniHi algı ve zannlarına dayalı, müstakilen varım ve muhtarım iddiası şemsiyesi altında, nefsin şerrinin ilahlık hissiyatı davranışları olarak nefret bazlı hayat tarzı ve bu hayat tarzının konuşma dilidir ki bu Allah’tan uzağa düşmüş hayattır. Diğeri ise Billahi anlamda imana dayalı, Allah’a kulluk şemsiyesi altındaki Selam hayat tarzı ve bu hayat tarzının konuşma dilidir ki bu ise Allah’a yakîn elde edilen hayattır. Dünya hayatındaki bu tercihleri ve bunlara dayalı hayat tarzları ile kişi Hakk veya batıl yolda “Kazanılmış Değişim”e uğrar. Bu değişime göre kişinin ahiret hayatındaki konumu belirlenir. Dolayısıyla, ahiret hayatında da iki tip hayat tarzı şekillenir. Birisi dünya hayatı sırasında Kazanılmış Değişimi’ni batıl yolda gerçekleştirmiş, ömrünü batıl (boş, çorak ve ürünsüz) olarak nefretle geçirmiş olanların konuşlanacağı; nefret karakterli, verimsiz, helak olmuşlara uygun yurt olan cehennemdir ki İbrahim Sûresi 28. ayette “Dârü’l Bevâr” diye geçer. Ahiretteki diğer hayat tarzı ise, dünya hayatı sırasında Kazanılmış Değişim’ini Hakk yolda gerçekleştirenlere ikram edilecek olan Selam Yurdu vasıflı cennettir ki Yunus Sûresi 25. ayette “Dâru’s Selâm” diye geçer.
Zümer Sûresi 72. ve 73: “Denildi ki, girin cehennem kapılarından; orada ebedi kalıcılar olarak. Mütekebbirlerin (müstakilen varım ve muhtarım iddiası altında, ilahlık hissiyatıyla hayat tarzı oluşturanların) kalacak yeri ne kötüdür. Rablerinden ittika edenler (Billahi anlamda iman sahipleri) ise zümreler halinde cennete sevk olunmuşlardır. Nihayet oraya geldiklerinde, kapılar açıldığında cennetin bekçileri onlara: Selamün Aleyküm! Tertemiz olmuşsunuz. Ebedi kalıcılar olarak girin, derler.”
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
Nefs Terbiyesi: Billahi Anlamda Hürriyet DuniHİ Anlamda Hürriyet-3
adlı video söyleşiden