Sağlıkla ilgili bir konuda doktor birinizi sürekli uyarsa, “şöyle yapma, böyle yapma” diye hep uyarsa ve siz o uyarılara önemseyip kulak verseniz korunmuş olursunuz değil mi? Korunup hasta olmaktan kurtulunca da “beni koruyacak yolu, yöntemi gösterdi” diye o doktora bir sevgi duyarsınız. Doktora duyulan bu sevgi duygusal olmayıp farklı bir sevgidir. İşte Allah’ı doğru tanıma, hakkıyla tanıma yolundaki talipte bu ilme başlamakla öyle bir sevgi başlar: Bana öğretti sevgisi! Bu sevgi, ona bu hayatta korunmayı öğretenedir! Bize bir öğreten var. Kim? Rabbimiz! O’na RAB diyoruz, öğreten O’dur. Rab öğreten demektir. Rabbim demek “öğretmenim” demektir. İşte şimdi O’na böyle bir sevgi başlar. Başlamasın mı?
Sevgi denince biz romantik duygularla sevgiyi düşünür ve öyle sevmek isteriz. Ama İslam’daki sevgi öyle bir sevgi değildir. Bu bahsettiğim sevgidir: Bana korunmayı öğretene, cehennemden kurtulmayı öğretene, cennet halini nasıl yaşayacağımı öğretene duyulan sevgidir. Rabbimizi böyle sevmek… Kişide başlayan bu sevgi, yeni ve gerçek bu sevgi farklıdır… İşte biz tanıdıkça Rabbimizi böyle sevmeye başlıyoruz. Ve bu sevgi bir zincirle devam eder… Rabbimiz o hakikati öğretirken Rasul’ü ile öğretti, öğretiyor. O’nu bize yaşantısıyla öğreten O Rasulü, Rasulü’nü, Rasulullah (SAV)’i sevmeyi de öğrenmek gerekiyor.
Yine sağlıktan örnek verelim, bir kişi düşünün ki çok önemli bir hastalıkta hiç tanımadığı bir doktorun operasyonuyla hayata kavuştu. Düşünün şimdi, o kişi o doktoru nasıl sever, ona nasıl duacı olur? O doktor nasıl birisidir, onu önemsemez bile! “Beni hayata o kavuşturdu” diye ona hediyeler götürür, onun halini hatırını çok içten sorar… Bu açıdan baktığınızda, sonsuz hayatınızla ilgili çok önemli bir bilgiyi size önceden haber veren bir Rasul var, sallallahu aleyhi vesellem. O’na duyulması gereken minnet ve sevgi şimdi bu ilim ve hal fark edilince doğuyor: “Ya O’nu tanımasaydım” korkusu ve telaşıyla başlayan bir sevgi; “Ya O’nu bilmeseydim, ya O’nu işitmemiş olsaydım, ya O’nun ümmeti olmasaydım, nasıl bir hayat olurdu” diye bir telaşla… O’na böyle duyulacak bir sevgi başlıyor şimdi. Bu ilim o sevginin başlangıcıdır, bu anlattıklarımız sevginin doğru başlangıçlarıdır, doğru sevginin başlangıçlarıdır. Dikkat edin, yanlış başlangıçlar yeni ve doğru sevgiler doğurmaz. Oralarda başlayan duygular hep geri gider. Oysa sevginin doğru başlangıcı kartopu gibidir, değişik bahanelerle gittikçe büyür, hep büyür… Peki, onun doğru başlangıcı nedir? SEVGİNİN DOĞRU BAŞLANGICI ilimdir. Allah’a ve Rasul’e olan sevgi ilimle, doğru tanımayla ilgilidir. Allah’a ve Rasulullah’a sevgide başlangıç ilimle ilgilidir, onda öyle bir başlangıç vardır; onu ancak DOĞRU İLİM başlatır.
Ve Rasulullah’a olan bu sevgiyle salâvat o kadar önemlidir ki… Beyindeki ayna nöronları çalıştırır. Bu muhabbetle, bu başlayan yeni sevgiyle salâvatın şaşıracağınız faydalarını görür yaşarsınız… Size çok faydası dokunmuş, sizi çok büyük bir zorluktan kurtarmış birisiyle karşılaştığınızda ona nasıl yürekten “Allahım, bu kulundan razı oluver” diyorsunuz, işte onun gibi bir hisle salâvat getirmek… Evrak sayar gibi değil! Hayatınızda öyle yeri ve etkisi olan birisine der gibi bir salâvat… “Allahım ondan razı oluver, o beni Biiznillah nasıl da sıkıntımdan kurtardı” der gibi bir salâvat… Bu tefekkürle Rasul’ü hayalleyip; “Ya Rasulallah” deseniz ve şu salâvatı yapsanız ne güzel olur: Cezallahu anna seyyidina Muhammeden ma Hüve ehlüh: Ey Allahım, ben O’nu kavrayamam, ben O’nu anlayamam. Benim O’nu anlayacak, kavrayacak gücüm yok. Rasulünü hakkıyla Sen biliyorsun, çünkü O Senin Rasulün. O’na hak ettiği mevkiyi ver Allahım.” Bu “cezallahu anna seyyidena Muhammeden ma Hüve ehlüh” salâvatı müthiş bir salâvattır, anlatılamaz… Siz, Rasulullah (SAV)’den aldığınız feyz ve nurla Allah’ı tanıdınız! Bunu düşündüğü zaman insan sarsılıyor:
Ya O’nu tanımasaydım…
Ya O’nu duymasaydım…
Ne olurdu o zaman?
Nasıl bir felaket?
İnsanın aklı almıyor!
İnsanı sonsuz felaketten kurtaran Zat’a başlayan bir ilmi sevginin nasıl önemli olduğunu biraz hissettik değil mi?
Oysa dikkat edin, biz hayattaki küçücük şeyleri o kadar büyük teşekkürlerle öyle önemli hale getiriyoruz ki… Ama Allah yolunda? Baktığımız zaman, normal yaşantıdaki teşekkür ve sevgiye yaklaşan bir sevgiyi o yolda göremiyoruz. Sevgi ve teşekkürü bu yola hakkıyla hiç getiremiyoruz! Oysa önce Allah’a ve Rasulü’ne bir sevginin başlaması lazım değil mi? Bu yüzden, sevgiyi Allah yoluna getirmemiz, taşımamız şart! Ama önce o sevginin bir doğması, bir başlaması gerekiyor. O sevgi nasıl başlar? Allah sevgisini bir bitki, bir çiçek gibi düşünürsek onun mutlaka insanı titreten bir toprakta yetişmesi gerekiyor, o bitki ancak o zaman gelişir. O, sevgi insanı titreten, insana “Allahuekber” dedirten bir korku toprağında yeşerir. İnsan o zaman o sevgiyle titrer… “Ne olursan ol gel” davetini yanlış anlamakla oluşan sevgi değildir bu… Yanlış sevgi, insanı dini uygulamayan bir rehavete, boş vermişliğe götürür. Yanlış sevginin sonucu ancak budur! Unutmayın, yüzme bilmiyorsanız, suya da düşmüşseniz boğulursunuz. “Suya bir girelim hallederiz” rehaveti çok tehlikelidir. Dolayısıyla, sevginin mutlaka ama mutlaka korku toprağında, haşyetullah toprağında yeşermesi lazım! Bu saksının toprağı korku, bitkisi sevgidir, hepsinin birden adı ise HAŞYET’tir, HAŞYETULLAH’tır. Haşyet’te ikisi beraberdir.
Sevgi olmadan haşyet olmaz, korku olmadan da haşyet olmaz. Öyle bir duygudur ki korku arttıkça sevgi artar, sevgi arttıkça korku artar… ALLAH KORKUSU dediğimiz Haşyetullah sizi kendine öyle çeker ki, o öyle çok farklıdır ki… Oysa insanî korkular öyle midir? Onlar sizi korktuğunuz şeyden uzaklaştırır. Bu yüzden, Allah korkusunu tanımayanlar “korku” kelimesinden korkarlar. Haşyeti de beşeri korku gibi zannettikleri için, Haşyet’i bilmedikleri için; “korkutarak bu konular anlatılmaz, korkudan bahsetmeyelim” der dururlar. Evet, korku yanlıştır ve insanları korkutmamak lazımdır, ama sizin söylediğiniz o korku “A”lara (Allah’ı tanımayanlara) ait korkudur, onların korkusudur. Efendimiz (SAV)’in önerdiği ve yaşadığı, insana “Allahuekber” dedirten ve adı Haşyetullah olan Allah korkusu öyle değildir. O öyle bir korku ki seni çeker, cezbeder… Kişiyi kendine çekiyor, seni içine alıyor. Çünkü hamurunda sevgi var. İşte hakikatindeki o sevgi korkuyu, oluşan korku da sevgiyi besliyor, böylece birbirlerini çoğaltıyorlar: Haşyet’in mekanizması budur. Bu yüzden Fatır Suresi 28. ayet diyor ki; “Gerçek haşyeti ancak âlimler duyar.” Kişi âlim olacak ki (bilecek, tanıyacak ki) korksun. Ancak bilince korkuluyor, ancak… Bu yüzden, korkunun da başlangıcı, sevginin de başlangıcı bu ilimdir. Kişi bir ilimle, edindiği ilim yüzünden korkuyor, o ilim yüzünden seviyor. Böylece o ilimle gelen korku ve sevgi birbiriyle hamur olunca; ancak âlimler gerçek haşyeti duyabiliyor.
Rasulullah (SAV)’e olan bu sevgiyle salâvat çok, çok önemlidir demiştik ya, işte o salâvat aynı zamanda çok önemli bir duadır, salâvat getirmek önemli dualardandır. Öyleyse şimdi dilerseniz, birlikte bir tur salâvat okuyalım ve bu salâvatımızda hayatta yaptığımız bir şeyi yapmaya çalışalım. Öyle ki bize çok iyiliği dokunmuş biriyle karşılaştığımız zaman onun o iyiliğini hatırlar ve ona bir anda çok candan bakar, hayr duasında bulunur, ona duacı oluruz ya ve ona bir vesileyle o iyiliği hatırlatıp “Allahım, bu kulundan razı oluver” deriz ya ve bunu çok gönülden deriz ya… Birinizin çok önemli bir operasyon geçirdiğini düşünelim. Operasyondan sonra ona “şu doktor olmasaydı seni kurtaramazdık” dediler. O kişi artık hep “bu doktor bana hayat verdi, yeniden can verdi” diye düşünür. Hiç tanımadığı o doktora çok dua eder, hiç tanımadığı o doktor zalim bile olsa, yanlış biri, kötü huyları olan biri bile olsa onu gördüğü zaman ona dua eder, candan sözler söyler. Şimdi düşünün: Hiç, hiç bu söylediklerimiz kadar önemi yok mu hayatımızda Rasulullah’ın? O’nu (SAV) bu kadar bile önemseyip düşünmeyelim mi? Hiç tanımadığımız birisine yaptığımız dua kadar da mı önem vermeyelim? Eğer sonsuz hayatınızı düşünürseniz, o sonsuz hayatınız içerisinde onun yerini bir bilebilsek… Ahh! İnanın sizi gördüğüm gibi tanrılığı ve tanrıları gördükten sonra… Size anlattığım tanrılık hissiyatını, o hissiyatla yaşayan tanrıları bu kadar net gördükten sonra, hele de “ya ben bu tanrılık hissiyatını fark etmeden, tanımadan geçip gitseydim?” diye düşününce ödüm kopuyor. Ben bu tanrıları bilmeseydim ve bir tanrı olarak kalsaydım? Ödüm kopuyor… Bana sonsuz hayatımla ilgili bu hakikatleri öğreten Rasulümü nasıl önemsemem? O’nu nasıl önemsemez insan? Böyle düşündüğünüz zaman, işte o zaman salâvat nasıl önemli bir duaya dönüşüyor! Bu şekilde düşününce insan “Allahümme; Allahımm” diyor; ciğerden; böyle “Allahımm” diyen, böyle bir “Allahümme, Allahımm” diyen bir sığınışla; “Cezallahu anna seyyidena Muhammeden ma Huve ehlüh: Allahım O Rasulüne SALÂT eyle, Allahım O’na iyilik ver: Allahım O’nu layık olduğu şekilde mükâfatlandır, O’nu layık olduğu şekilde cezalandır. Ceza Türkçedeki gibi değildir, neye layıksa onu ver, kıymetini sen takdir et demektir: “Cezallahu anna seyyidena ma Hüve ehlühü” salavatı, “Onu ben anlayamam, kavrayamam. Sen O’na değeri neyse onu ver Allahım” diye yakaran halle bir salâvattır.
Şimdi birlikte bir tesbih salâvat okuyalım. Zamanınız olduğunda salâtlarda okuduğumuz İKİZ SALÂVAT olan “Salli-Barik” salâvatlarını yaparsanız iyi olur. Efendimiz (SAV)’e salâvat okurken en azından şöyle düşünelim: “Ey Allahım, Rasulünü tanımasaydım ne olurdu halim? Bana merhamet etmişsin de O’nu biliyorum, tanıyorum, o yolda gayretteyim elhamdülillah.” Bunun sevinciyle sığınalım, yakaralım: “Allahım işte O Rasule salât eyle, selam eyle, iyilik ver…”
Bu hisle O’na salavat ve dua yapalım: Allahümme salli ala Muhammedin ve ala âli Muhammed…
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
SEN TANRI MISIN?
3. Baskı. Sayfa: 36-38, 211-212.