Skip to main content
.

AKLIN KOZMİK ODASI KALPTİR

By 4 Ekim 2020Ekim 7th, 2020No Comments

Hac Sûresi 46: “Sana karşı çıkanlar hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı akledecekleri kalpleri ve işitecekleri kulakları olurdu. Ancak gerçek şu ki, gözler kör olmaz fakat göğüsler içindeki kalpler kör olur.”

Bu ayetten anlıyoruz ki aklın kozmik odası kalptir. Hakikati görebilecek, Hakk’ı tanıyabilecek yer de kalptir. Kalbin aklettiğini fiillere dönüştüren ise beyindir. Ayet “hiç dolaşmadılar mı, dolaşsalardı akledeceklerdi” derken aslında bize Mülk Sûresi 23. ayeti de hatırlatmaktadır: “Onlara işitme sistemleri, görme sistemleri, fuad sistemi verdik. Eğer incelerlerse, o incelemeler sonucu onları hakikate ulaştıracak nimetleri onlara verdik.” diyen Mülk Sûresi hatırlatılmaktadır. Bu konularla ilgili detaylı bilgi edinmek isteyen, “İNŞİRAH” ve “Velinin İlmi Fıtrat Üzere Manalardır” kitapçıklarına bakma fırsatı bulursa yararlanabilir, bu bilgileri derinleştirebilir.

Hürriyetini Billahi anlamda kullanmayı tercih etmiş olan kul duniHi algı ve zannlarıyla mücadele ettiği için “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasını elinden, dilinden, belinden temizlemeye ve silmeye çalışır. O iddiayı böyle bir gayretle temizlemeye çalıştığı için o kulda sadr ve kalb temizleme mekanizması devreye girer. Yani, İslam Nuru, İman Nuru, Marifet Nuru, Lüb Nuru dediğimiz nurların oluşturduğu bir sistem devreye girer. Bu sistem o kulun sadr ve kalbini temizler. Nelerden temizler? DuniHi algı ve zannlarından ve onun oluşturduğu heva ve heveslerden temizler. Bu mekanizma neden devreye girdi? Kişi böyle tercih ettiği için, onun tercihiyle mekanizma çalışmaya başladı. O, Billahi anlamda hürriyetini kullanarak Hakk yolu tercih edince ve bunda arzulu, istekli, ısrarlı olunca sadr ve kalb temizleme mekanizması devreye girdi. Temizleme basamak basamak olduğu için, temizleme basamaklarına göre mekanizmaya İslam Nuru, İman Nuru, Marifet Nuru, Lüb Nuru diye isimler verilmektedir. Böylece bu mekanizma kulun sadrındaki zann havuzunu ve orada hayat bulmak, dışarı çıkmak, fiile dönüşmek için çırpınan heva ve hevesleri silmeye başlar, temizler ve kalb de bu temizlikten nasibini alır. Böylece, nihayet kalb özgür faaliyet gösterme fırsatı bulur. Bu mücadele, bu temizlik Lüb Nuru önce kalbi sonra sadrı kaplayıncaya kadar sürer. Böylece kul, duniHi algı ve zannlarıyla mücadeleye başladığı andan itibaren gittikçe daha çok olarak kalbiyle akletmeye başlar. Çünkü kalbi özgürleşmeye başladı. Böylece Kur’an’ın verdiği aklı akleder, değerlendirir, sonuçta da Rabbine “semi’na ve eta’na; işittik ve itaat ettik.” der.

Dedik ki Billahi anlamda hürriyet kullanarak hayatını dizayn edenler kalbleriyle aklederler. Bu şekilde aklediş başlangıçta az olabilir ama zamanla kalbleriyle akletmeleri sistem gereği tüm hayatı kaplar. Buna mukabil, duniHi anlamda hürriyet sahipleri zann’larıyla aklederler. Hayatlarını duniHi anlamda hürriyetle dizayn edenler için Yunus-36, Kasas-50, Necm-28. ayetler şöyle bir tespit yapar: “Onlar ancak zann’larıyla aklederler, heva ve heveslerine uyarlar.” Böyle yaşayan kullar, duniHi algı ve zannlarının esiri oldukları ve “müstakilen varım ve muhtarım” iddialarını esas kabul ettikleri için sadırlarındaki zann havuzları çok kuvvetlidir ve yayılıcıdır, zann havuzunun işgal etme özelliği kuvvetlidir ve uygulamada da baskındır. Bu halleriyle de onlar sürekli heva ve heves üretirler. Bu kullarda Sadr Zann Havuzu etki alanı öyle bir genişler ki yani duniHi algı ve zannları sadırdaki zann havuzunu öyle kuvvetli işgal eder ki kul sadrındaki zannlara sahip çıktıkça bu işgal artar, bu sahiplikle beraber kulun sadrındaki zann havuzu kuvvetlenir. İşgalin, kuvvetin ve yayılmanın artmasıyla beraber heva ve heveslerin çoğalması sonucu öyle bir hal olur ki zann havuzu kalbin üstünü kaplar ve formatlar; kalbin üstüne, kalbin bilgi platformuna format atar. Mutaffifin-14, Nur-50, En’am-25, İsra-46 ve Kehf-57 bu kalbin formatlandığını bize bildiren ayetlerdir. Kalbin bilgi platformu formatlanınca sahte bir kalp oluşur, bir sahte platform oluşturur; Sahte Kalp Bilgi Platformu oluşturur. Oluşan sahte kalp bilgi platformu kalbe ait olmayıp duniHi algı ve zannlarının hâkimiyeti altındadır. Ama ne yapacağının emrini kalpten alan beyin bu durumu bilmez. Beyin işlev olarak kalpten gelen bilgileri fiile dönüştürdüğü için, sahte kalp platformundan gelen bilgileri de kalpten geliyor zannederek fiile dönüştürür. Kalbin fuad mekanizması Hakk ve batıl ayırmaksızın kendisine gelen veriler ışığında analiz yapar, bir sonuca ulaşır, sonra bu sonucu beyne bildirir, eğer fiile dönüşmesi gerekiyorsa… Ama her halükarda bir sonuç çıkarır. İşte kalbin üzerini formatlayarak sahte bir kalp bilgi platformu oluşturan duniHi algı ve zannları fuada bu zannları veri olarak, bilgi olarak gönderince Fuad bu zanni bilgileri değerlendirerek sonuca varır ve onları beyne bildirir. Böylece duniHi algı ve zannlarıyla hareket eden, duniHi anlamda hürriyetini kullanan bu kişi zannlarıyla akletmiş olur.

Böyle kulların zannlarıyla aklediyor olmalarının cazipleşmesini, onlara kolay ve güzel gelmesini sağlama görevi şeytana aittir. En’am-43 ve Nahl-63. ayetlerden öğreniyoruz ki şeytan, zannlarıyla akledenlere heva ve heveslerini süsler ve onlara bu olayı cazip gösterir. Bu kullar yaptıklarından, yaptıkları hareketlerin doğruluğundan o kadar eminlerdir ki… Hiç abartmıyorum, duniHi algı ve zannlarına sımsıkı sarılmış, hürriyeti duniHi algı ile tercih etmiş, duniHi algı ile hayatını dizayn etmiş bu kişiler hallerinden o kadar eminlerdir ki onların eminliklerini terazinin bir kefesine koysak, korkarım bizim imanımızdan ağır gelir. Yaptıklarının doğruluğuna bu kadar kuvvetli inanırlar! Bunu bize A’raf-30, Zuhruf-37, Fatır-8, Kehf- 103 ve 104. ayetler öğretmektedir. Şeytanın kulda tesir ve etki alanı sadırdaki bu zann havuzudur. Şeytan, kulun sadrındaki zann havuzuna vesvese bombardımanı yapar; bunun Nas Sûresi 5. ayetten öğreniyoruz. Şeytan bir insanı iki sebepten dolayı terk eder, şeytan insandan şu iki durumda kaçar. Birisi Sad Sûresi 74-85. ayetlerde belirtilmektedir. Bir kul eğer “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasından temizlenir ve ihlâslı kul sınıfına girerse şeytan o kuldan kaçar, çünkü artık ona tesir etme imkânı yoktur. Bir başka sebepten de şeytan insandan kaçar. Onu da Haşr Sûresi 16. ayetten öğreniyoruz. Eğer kul şeytanlık marifetleri ve yöntemleri açısından şeytanın görev sınırları içindeki yetkilerinden daha yetenekli olur da onun sınırlarını geçerse şeytan o kuldan da korkar ve der ki ben senden kaçarım, doğrusu ben Rabbül Alemiyn olan Allah’tan korkarım. Böylece o kuldan kaçar ve uzaklaşır.

Billahi anlamda hürriyet kullananlarla duniHi anlamda hürriyet kullananların hürriyetlerini tatmin noktasını kıyaslayalım ama aslında bu hürriyet ve kalp-beyin ilişkisi ile ilgilidir; hürriyetin tatmin noktası hürriyet-kalp-beyin ile ilişkisi ile ilgilidir. Bu kıyaslamada bize yol gösterecek iki kavram var:

1) Kulun doğrudan tatmini ki bu doğrudan “kişinin” tatmin olmasıdır.

2) Dolaylı tatminde kişi dolaylı yoldan tatmin olur ve dolaylı tatminlik “kişiliğinin” tatmin olması yoludur.

İki kavramımız belirdi: Kişinin tatmin olması, kişiliğinin tatmin olması.

“Müstakilen varım ve muhtarım” iddiasına sırtını dönmüş, haniyf vasıflı, halifetullah yetkili bir müminin kalbi Rad Sûresi 28. ayetten öğreniyoruz ki ancak zikrullah ile tatmin olur, mutmain olur, huzur bulur. Ancak zikrullahla… Bu durumda, detayına girmeden zikrullahı tanımlamamız gerekir. Zikrullah’ın en alt basamağını tanımlayalım ama bilelim ki zikrullah bir hayat tarzıdır. DuniHi algı ve zannlarını fark etmiş, reddetmiş; “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasına sırtını dönmüş bir kalbin Allah Yokmuş Gibi davranmaması, Allah’ı hiç unutmaması, bu sebeple birçok yöntem geliştirmesi, bu konuda Allah’ın Kanunlarından yararlanması; hayal, düşünce, fikir, yorum, konuşma dili ve beden dilinden “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasını daim temizlemeye çalışması gayretlerinin toplamı bir zikrullahtır; gerçek zikrullahtır. Ve tanımladığımız bu zikrullah, zikrullahın en alt sınırıdır. Rum Sûresi 30. ayetten öğreniyoruz ki aslında bu tanımladığımız hal haniyf olmanın da gereğidir. Haniyf olmadan İslam’a yaklaşmanın ve anlamanın, Kur’an’ı anlamanın mümkün olmayacağını Rum Sûresi 30. ayet bize öğretiyor. Dolayısıyla, en alt sınır dediğimiz bu zikrullah tanımı haniyf olmanın gereği olarak, haniyf olmaya girişin başlangıcı olan bir tanımdır. Zikrullah bir hayat tarzıdır, yaşanan bir aktivitedir. Dikkat edin lütfen, “Müstakilen varım ve muhtarım” iddiasına sahip çıkılarak veya “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasının farkında bile olmayarak, o iddiayla yaşayarak bu yaşantının içerisine tesbih faaliyetleri eklemek zikrullah değildir. Zikrullah olmadığı gibi çok da tehlikeli sonuçlar doğurabilir. “Müstakilen varım ve muhtarım” iddiası bir kişide varsa, kuvvetliyse, kişi hiç bunun farkında değilse ve bu iddianın oluşturduğu ilahlık hissiyatıyla zikrullah diye tesbih faaliyetleri yapıyorsa, o yaptığı onun ilahlık hissiyatının vasıfları kuvvetlenir. Çünkü zikrullah diye yaptığı esmalar Allah’ın kanunlarıdır, çalışırlar ama onun niyetine göre… Zikrullah aynı zamanda bir duadır. Sen onunla ne istediğini belirtiyorsun, yani o kanunlara bir nevi “bendeki şunu şöyle yap” diyorsun. Eğer ilahlık hissiyatınla yaşıyorsan, sende o kuvvetliyse sen o zaman Allah’ın kanunlarından istifade ederek ilahlık hissiyatının vasıflarını kuvvetlendirirsin. Zikrullah diye yaptığın şeylerle daha kuvvetli bir ilah olarak ortaya çıkabilirsin. Bu yüzden, “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasıyla duniHi hayat tarzıyla, bu hayat tarzına tesbih faaliyeti eklemekle zikrullah olmaz.

Hürriyetini duniHi anlamda kullananın tatmin noktasına da bakalım. Böyle kulların tatmini dolaylı yoldan olur. Onların kişiliklerinin tatmin olması gerekiyor, tatminlik “kişi” olarak değil, kişilikleri tatmin oluyor. Bu kullar kişiliklerinin tatmin olmasından aldıkları hazla, huzurla kendi hüviyetlerinin tatmin olduğunu zannederler. DuniHi anlamda hürriyet kullananların kişilikleri tatmin edilirse o kişiler sevinirler, bir süre huzur bulunurlar. Bunu Zümer Sûresi 45 bize öğretmektedir: Bu tür kişilerin “müstakilen varım ve muhtarım” iddiaları okşanırsa onlar sevinirler, tatminleri böyle başlar: Kişiliğinin okşanmasıyla… Böyle kulların kişiliği nedir? Onları kişiliği ilahlık hissiyatıdır, onların kişiliklerini ilahlık hissiyatı oluşturur. İlahlık hissiyatını bir cümleyle burada konunun geldiği noktaya göre bir de şöyle tarif edelim: İlahlık hissiyatı kulun “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasının sadrı tamamen kaplamış, kalbi de formatlamış olan hisleridir.

Mü’min Sûresi 56’dan öğreniyoruz ki kulun yaşadığı ilahlık hissiyatını dengeleyecek kapasitesi asla yoktur, olmaz, olamaz. İlahlık hissiyatları olanlara Mü’min Sûresi 56 buyuruyor ki: “Onların sadırlarında asla ulaşamayacakları bir kibir zannından başka bir şey yoktur.” Başka bir şey yok! Bir kapasite değil, bir kibir zannı, bir ilahlık hissiyatı, bir “müstakilen varım ve muhtarım” iddiası… Bir iddiadan başka bir şey yok! O bir iddiadır, bir zanndır. Onların sadrlarında bundan başka bir şey yoktur. Bir His… Dolayısıyla böyle kullar, ilahlık hissiyatının karşılığı bir kapasite onlarda olmadığı için, hiçbir zaman ulaşamayacakları, başaramayacakları bir ilahlık hissiyatını tatmin için çırpınırlar, hayatları böyle geçer. Asla ulaşamayacakları bir ilahlık hissiyatını yine asla ulaşamayacakları bir arzuyla tatmin etmek istedikleri, böyle çırpındıkları için onlardaki “nefsinin şerri” bir özellik kazanır, ondaki nefse, nefsin şerrine “doymayan nefs” denir. Dolayısıyla duniHi anlamda hürriyet kullananların kendilerini tatmin için çırpınmaları, onlardaki doymayan nefsi tatmin etmek içindir. Şimdi düşününüz, doymayan nefsin tatmini mümkün olabilir mi? Bu yüzden Efendimiz (SAV) biz inananlara bir dua öğretmiştir: “Allahım! Doymayan nefsten sana sığınırım.” Biz, bu doymayan nefsten kurtulmaya çalışırız. Farka ve terslik durumuna bir bakın lütfen. Biz ondan kurtulmaya çalışırken duniHi anlamda hürriyet kullanan kullar doymayan nefslerinin tatmini için çırpınırlar ve bu boşa çırpınmaları yetmez, destek için duniHi güçlere de müracaat ederler. Billahi anlamda hürriyet kullanan imanlı kullar bu doymayan nefsten kurtulmaya çalışırlar, farkı görebiliyoruz değil mi? İki hayat tarzı arasında nasıl bir fark, nasıl bir terslik var! Doymayan nefs, duniHi anlamda hürriyetle hayatını dizayn edenlerin tatmin etmek için çırpındıkları bir şeyken; Billahi anlamda hürriyetle hayatını dizayn edenlerin kurtulmak istedikleri bir şeydir. Bir grup onu tatmin etmek için çırpınıyor, bir grup ondan kurtulmak için çırpınıyor. DuniHi anlamda hürriyet kullananlar doymayan nefslerini tatmin etmek için duniHi güçlerden destek alır, destek isterler, duniHi güçler uydurur ve onlara müracaat ederler; Billahi anlamda hürriyetle hayatını dizayn edenler de çırpınırlar ama onlar doymayan nefsten kurtulmak için çırpınırlar ve onlar Allah’tan yardım isterler. Bu konunun zihnimizde iyi bir yer edinmesi lazım. Çünkü Kelime-i Şehadetin manasının açılması için, o beyan ile “evet ben müstakilen varım ve muhtarım iddiasını reddettim” derken bu iddiayı görebilmek, fark edebilmek, “haa buymuş, işte ben onu reddettim, ben ona sırtımı döndüm, haniyf oldum” diyebilmek için bu konunun kalbimizde, beynimizde anlaşılabilmesi, açılabilmesi çok önemlidir. Bu bakımdan bir örnek daha verelim, lütfen dikkat buyurunuz:

İndillah’ta (Allah’ın İndinde) Allah’ın “BEN İlahım” demesiyle, bir kulun ilahlık iddiasında bulunarak “ben duniHi bir ilahım” demesi yani “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasında bulunması aynı değerde, aynı ölçüdedir. Burası çok önemli! İddianın nasıl bir saygısızlık, nasıl bir haddi aşma, nasıl bir isyan, nasıl bir asilik, nasıl bir edepsizlik olduğunu anlamak için çok önemli. İddianın kuvvetini, iddianın şiddetini görün lütfen! Allah’ın “BEN İlahım” demesiyle bir kulun ilahlık iddiasında bulunması Allah’ın indinde aynıdır, aynı değerdedir! Bakara Sûresi 22: “Artık bile bile Allah’a eşler oluşturmayınız.” Bu iddia Bakara Sûresi 22’de Allah’ın “Ben İlahım” demesine “eş” bulunmuştur. En’am Sûresi 150: “Rablerine denk tutarlar.” En’am Sûresi’nde bu iddialar Rabb’e denk gösterilmiştir. Demek ki kulun ilahlık iddiasında bulunması Allah’ın indinde Allah’ın “Ben İlahım” demesiyle aynı değerdedir. Şimdi bu gerçeği görmüş olarak bir örnek verelim. İki kefesi olan bir terazi düşünelim. Kefenin birisine “müstakilen varım ve muhtarım” zannıyla yaşayan, ilahlık hissiyatını taşıyan, “ben ilahım” iddiasında bulunan kişinin vasıflarını koyalım, yani kefeye onun Allah’ın “BEN ilahım” demesine denk gelen iddiasını koyalım. Bu kefede şimdi o kulun “müstakilen varım ve muhtarım” iddiası var, Enbiya-29’a göre “ben duniHi bir ilahım” deyişi var. Bu kefede yine o kulun sadrını kaplamış, kalbini formatlamış ilahlık hissiyatı var, o hissiyata uygun heva ve hevesleri var. Diğer kefede ise Allahın “Ben ilahım” deyişi var. O kul ister ki terazinin diğer kefesi onun bu hissiyatını dengelesin, ikisi dengeye gelsin. Ancak, Furkan-3, Neml 59-65, Mü’min-56, özellikle İhlâs-4’den öğreniyoruz ki bu iddiada bulunan kulun, ilahlık hissiyatının karşılığı olarak bu kefeye koyabileceği hiçbir kapasite yoktur. Sıfır! Çünkü o hissiyat ancak bir algı ve zanndır, onun karşılığı kapasite yoktur. O kul, o kapasiteyi görmüş de bir ilahlık hissiyatına girmiş değil ki zaten. DuniHi algı ve zannlarının esiri olarak “müstakilen varım ve muhtarım” iddiası ile kendi ilahlık hissiyatını oluşturdu. Sonra da oluşturduğu bu uyduruk, olmayan hissiyatın kapasitesi peşine düştü. Öyle bir kapasiteyi görüp de “bende madem böyle bir kapasite var, öyleyse bunun karşılığı olarak benim bir ilahlığım vardır” demedi. Kendinde o vasıf ve kapasite hiç olmadığı halde ilahlık hissiyatı oluşturdu. Terazinin kefesi onun bu ilahlık iddiası sebebiyle Allah’ın “BEN ilahım” demesiyle denk bir iddia içermiş oldu. Bu yüzden, Allah’ın “BEN ilahım” demesinin karşılığı olan kefe bu hakikatin ağırlığı ile en aşağıda; ama ilahlık iddiasının karşılığı bir kapasite bulunmadığı için o iddianın konulduğu kefe bomboş olduğu için en yukarıda! Şimdi Mü’min Sûresi 56’yı hatırlayalım; bu kulların sadrlarında asla ulaşamayacakları bir kibir zannından başka bir şey yoktur diyordu. İhlâs Sûresi ise konuyu tam mühürlüyor: Ve lem yekûn lehû küfüven ehad: O’na hiçbir küfüv yoktur. Bu surenin ilk okunuşunda Efendimiz (SAV) İhlas Sûresini itirazcılara yüzü kızarmış halde ve haykırarak söylemiştir: Ve lem yekûn lehû küfüven ehad. Tabloya lütfen dikkat buyurun. Allah’ın “BEN ilahım” demesine denk gelecek bir iddiada bulunan bir kul var ve bunun karşılığı hiçbir kapasite onda yok! Nasıl bir dengesizlik! Nasıl bir içinden çıkılmaz hal! Bu dengesizlik sonuçta ne meydana getirir? Saçmalayan bir nefs! İşte o nefsin şerridir. Ve bir de bu saçmalığa, bu dengesizliğe, bu depresyona dayalı batıl hayat tarzı: İşte o da vehmin zulmetidir. Bunlar birleşir ve bir nefs oluştururlar, o da doymayan nefstir. İşte o kul bu doymayan nefsi tatmin etmek için çırpınacak duracak; öyle yaşayacak, öyle ölecek, öyle de dirilecek. Bu doymayan nefs Zümer Sûresi 45’ten öğreniyoruz ki biraz okşanırsa, biraz sevilirse, biraz onun hakkında konuşulursa, yüceltilirse, kutsanırsa onlar sevinirler, huzur bulurlar, tatmin olurlar. Ancak bu huzur çabuk kaybolur ve hep daha fazlasını arzu ederler.

İnsanda oluşan ilahlık hissiyatının karşılığı bir kapasitenin, bir gücün ve gerekli vasıfların bulunmayışı büyük dengesizlik ve depresyona sebep oluyor. Ancak bu hal insanın normal hali olduğundan insan bu hali fark etmeksizin yaşar. Onun normalidir o. Böyle normali olmasına, rutini olmasına rağmen kişi bu dengesizliğin ve depresyonun sonuçlarından kurtulamaz. Birkaç maddeyle bu sonuçları göreceğiz. Ancak şunu söylemek istiyorum, bu dengesizliğin ve bu depresyonun normal hayat zannedilen ve “işte hayat budur” denilen seviyeleri vardır. Bu seviyeler biraz yukarıya kıpırdarsa insanlar kendilerini hasta zannederler ve bunu tedavi edeceklere koşarlar. Gittikleri bunları yine bu yanlış hayat tarzının kuralları çerçevesinde tedavi etmeye çalıştıkları için tedavicilik oynarlar, çözüm elde edilemez; bu alanda çözülebilmiş hiçbir sorun, başarılabilmiş hiçbir mesele yoktur. Yalnız şunu ayırmak lazım: Beyin mekanizmasının, beyin makinesinin fiziksel ve kimyasal arızaları bunun dışındadır, o ayrı bir konudur. Normal zannettikleri, hayat dedikleri dengesizliğin, depresyonun sonuçları nedir, o kulda neler olur, neler gözükür? Bunlardan birkaç tanesini sıralayalım. Böyle kullar:

  1. Kendilerini kibir sahibi zannederler.
  2. Tatminsizdirler.
  3. Şikâyetçidirler.
  4. Hoşnutsuzdurlar.
  5. Alıştıkları daimi bir stres sahibidirler.
  6. İnsanların hayatlarını merak eder, gözetler ve dedikodusunu yaparlar.
  7. Kendi arzularına göre her konuda kıyaslama yaparlar.
  8. Böyle kullar göz dikme kıskancıdırlar.
  9. Haset sahibidirler, fesattırlar.
  10. Kendi iç dünyalarında daima çaresiz ve zavallıdırlar.
  11. Acelecidirler.
  12. Açgözlüdürler.
  13. Cimridirler.
  14. Sinirlidirler, öfkelidirler.
  15. Hırçındırlar.
  16. Kavgacıdırlar, geçimsizdirler.
  17. Yalancıdırlar.
  18. Haindirler.
  19. Tecavüzcüdürler.
  20. Hak yiyenlerdir.
  21. Merhametsizdirler.
  22. Zalimdirler.
  23. İntikamcıdırlar.
  24. Tuzakçıdırlar.
  25. Saygısızdırlar.
  26. Sevgisizdirler, nefret sahibidirler.
  27. Başkalarını dinlemeyenlerdir.
  28. Kendini beğenmişlerdir, kimseyi beğenmeyenlerdir.
  29. Münafık hale uygunlardır.
  30. Bozguncudurlar.
  31. İkiyüzlü karakterleri vardır.
  32. Güvensizdirler.
  33. Cemaat olamazlar.
  34. İflah olamazlar.
  35. Ancak cehennemlik olurlar.

“Amentü Billahi” diyen inananlar ise “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasını reddederek, yalnızca bu iddiaya sırtını dönerek bu dengesizlikten, bu depresyondan kurtulurlar… Haniyf olurlar… Onunla da cennetlik olurlar inşaAllah…

Mustafa Yılmaz DÜNDAR

NEFS TERBİYESİ (BİLLAHİ ANLAMDA HÜRRİYET-DUNİHİ ANLAMDA HÜRRİYET) paylaşımından…