Hicret edeceğimiz algıya “Billâhi algı” dedik ve bir hedef koyduk: Billâhi algı sürdürülebilir olmalı ve o algı ikana dönüştürülebilmelidir. İşte bunun olabilmesi için dikkat edilmesi gereken iki önemli husus vardır. Billâhi algının sürdürülebilir olması ve ikana dönüşebilmesinde dikkat etmemiz gereken iki husustan birisi, tâlibin mümkün olduğunca kesintisiz olarak kendisine telkinde bulunmasıdır.
Tâlib bu amaçla kendisine daima telkinde bulunacak: “Allah’ın dışı yoktur, ancak Allah! Bütün yaratılanlar İlmullah’ta O’nun dileğinin sûretleridir, İlmullah’ta var gibi görünenlerdir. Güç Allah’ındır, Mülk Allah’ındır, Hüküm Allah’ındır. Dışı yoktur, ancak Allah! Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır.”
Bu telkinlerle yaşayan tâlib için Allah’ın dışı olmaz! O zaman, Allah’tan başka Müstakilen VAR ve Muhtar bir varlık düşünmek boştur, bâtıldır. Bu telkin, yapılacak zikrullah çalışmasının ana mânâsını, temelini, esasını oluşturur. Bu telkin Kelime-i Tevhid’dir: Lâ ilâhe illalllah. Yukarıdaki telkin “Lâ ilâhe illallah” zikrullahı sırasında zihnimizde olması gereken bilinçtir. Şimdi Kelime-i Tevhid’i “Allah’tan başka ilâh yoktur” diye mânâlandırabiliriz. Çünkü Allah’ın dışı yok! İlâh’ı tanımladık: Müstakilen VAR ve Muhtar olan! Allah’tan başka “Müstakilen VAR ve Muhtar” olmayınca, Allah’ın dışarısı olmayınca başka müstakilen var ve muhtar olan YOKTUR. Sonuç tek cümle olacaksa budur: Allah’ın dışı yoktur, ancak Allah! İşte bu telkin zikrullahtır. Ve kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur: “Dikkat edin! Kalbler zikrullah ile mutmain olur.” (Ra’d-28) Sen bu telkini yaparsan, işte bu telkin ile;
- Rabbine yönelenlerden olursun; İnsan-29 âyeti gereği,
- Haniyf olursun; Rum-30 âyeti gereği,
- Allah’a firar etmiş olursun; Zariyat-50 gereği,
- Allah ve Rasûlüne hicret etmiş olursun; Nisa- 100 ve Ankebut-26 gereği,
- “Senden Sana sığınırım” demiş olursun; Tevbe- 118 gereği,
- Evvâbiyn (özüne dönen) olursun; İsra-25 ve Kaf-32 gereği,
- Kalbin münîb (hakikatine dönen) kalb olur; Kaf-33 gereği,
- Kalbi ihbat edenlerden (dûniHİ algı ile irtibatını kesip kalbi mutmain) olmuş olursun; Hac-54 ve Hud-23 gereği,
- Kalb-i Selim (marazdan kurtulmuş kalb sahibi) olursun; Şuara-89 ve Saffat-84 gereği.
Özetlersek, bu telkinle sen;
- Muttaki olursun; Bakara-2 gereği,
- Nefs-i Levvame’ye girmiş olursun; Kıyamet-2 gereği,
- Umulur ki, Rabbim sana Nefs-i Mutmain kapısını açar da O senden razı, sen de O’ndan râzı cennete dâhil olursun; Fecr 27, 28, 29 ve 30. âyetler gereği.
Zikre uyan tâlib için hâl böyleyken, bu telkine karşı âmâ davranıp görmezden gelenin akıbeti âyette böyle tanımlanmıştır: “Onlara ‘Lâ ilâhe illallah’ (denildiğinde) telkin edildiğinde muhakkak ki onlar müstekbir (Allah dışında müstakilen var ve muhtarım idrakiyle) davrandılar.” (Saffat-35)
Durum Saffat-35 âyetindeki gibi olursa; “Kim (dûniHİ algı ve zann’larıyla) Rahman zikrinden (Kur’ân’ın öğrettiği Billâhi algı ve ikanı yaşantısından) âmâ (uzak) olursa, ona yanından ayrılmayan bir şeytanı musallat ederiz. Şüphesiz ki şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyar da onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf; 36, 37)
Yanlarından ayrılmayan şeytan iki tanedir, ikisini birden düşünmek lazım. Kendisindeki Esfele Sâfiliyn yapı ve cin taifesinden olan şeytan. Asıl kendi Esfele Sâfiliyn yapısı şeytandır. İşte Billâhi algı ve ikanı yaşantısından uzak olanın bu yapısını öyle kuvvetlendiririz ve o yapı onda öyle bir kişilik olur ki, hatta insan o kişiliği öyle yaşar ki ve yaşadığını da öyle doğru zanneder ki fark edemez. Bu tablo kişi ne yaparsa oluşur? Rahman’ın zikrinden âmâ olursa! Bu durumda, Kur’ân’ın “Bu sizin düşmanınızdır, cin taifesindendir, secde edin dedik etmedi” dediği cin taifesinden şeytanlık görevini yüklenmiş bir görevli size verilir ki sizi daima saptırsın. Ancak bilmelisiniz ki görevlendirilmiş o şeytan sizden daha akıllı, sizden daha sinsi, sizden daha kurnaz, sizden daha kâfir değildir. Sizin Esfele Sâfiliyn yapınız ona pabucunu ters giydirir. Çok enteresandır, insanlar Esfele Sâfiliyn yapılarını korumak için o şeytandan Allah’a sığınırlar, adeta “Allahım, benim şeytan yapımı o şeytandan koru” derler. Billâhi algıda olan ise “Eûzü Billâhi” ile her ikisinden birden korunmaya çalışır. Esfele Sâfiliyn’de yaşıyor ve şeytandan da korunmaya çalışıyorsanız hiç gerek yok, çünkü bu hâlinde şeytan senden kaçıyor. Seninle ayrıca uğraşmasına gerek yok, Esfele Sâfiliyn yapın zaten çok kuvvetli bir şeytandır. Bu yüzden, “Allahım beni kendimden koru, şeytandan da koru” diye sığınmak lazım. Özellikle “Beni kendimden koru” sığınışını unutmamak gerekiyor.
Billâhi algının sürdürülebilir olması ve bir algıyken ikana dönüşebilmesi için ilk husus Lâ ilâhe illallah anlamındaki telkinlerin ve zikrullahın kesintisiz olması gerekiyor. Bu hayal beyinde kesintisiz olursa Billâhi algı oluşacaktır! O algı oluşmadan olmaz. Billâhi algı olmadan, onun derin beyin izi olmadan dûniHİ algı silinmez. İşte bu kesintisizlik için; buyrulur; “Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler (her vakit Billâhi algıdadırlar).” (Al-u İmran; 191)
Billâhi algının sürdürülebilir olması ve ikana dönüşebilmesi için ikinci husus, Billâhi algı kapsamında fikir, fiil ve amel içeren hayat tarzının mümkün olduğunca kesintisiz olmasıdır, buna gayret etmektir. Billâhi anlamında telkinleri kesintisiz hale getirdikten sonra ona uygun hayat tarzının sürdürülebilir ve kesintisiz olmasına gayret ediyoruz. Billâhi algıya ait hayat tarzını sağlayan şey rukû halidir. Bu hayat tarzının sürdürülebilir ve kesintisiz olmasını daimî rukû halinin muhafazası sağlar. Yeni bir davranış biçimi ile karşı karşıyayız; daimî rükû hali, daimi rükû hâlini muhafaza etmek. RUKÛ HALİ aslında bir hayat tarzıdır ve Allah’tan utanmak diye tanımlanabilir. Esas tanımı budur. Tanım ne kadar kısa olursa anlamak o kadar kolaylaşır. Rukû Allah’tan utanmaktır. Rukû bize lutfedilmiş bir hediye olarak salât ikamesinde de vardır ve salâttaki rükû da bu mânâdadır. Salâttaki rukû, hayat tarzı olan rukûnun Rabbimize sunuluşunu ve Rabbimizin de inşaAllah kabulünü bize yaşatır. Bu mânâda o bir dildir, o dili göreceğiz. Salât hâli zaten öyle bir şey ki, siz isteseniz de istemeseniz de, başka şey düşünseniz de orada Billâhi algıda kabul ediliyorsunuz, salâtın böyle bir özelliği var. Aklınıza ne gelirse gelsin salâtta Billâhi algı ehli kabul ediliyorsunuz. Bu kabul Müslümana nasıl bir hediyedir, salâtta Billâhi algıdaymış gibi muamele görmek nasıl bir ikramdır bir bilebilsek…
Bu kabulledir ki salâtta yazınız okunur, salâtın hareketleriyle yaptığınız harfler okunur. Salâtın içindeki o rukû, normal hayatta daimi rukû halinde yaşadığınızda, o Allah’tan utanma rukûsunu Allah’a sunma noktasıdır, daimi rükû halinizin kabulü noktasıdır. Onun için rükûdan kalkarken “Allahuekber” demeyiz, müjdemizi alarak kalkarız, “Allah hamdınızı kabul etti, işitti” denir; “Semiallahu limen hamideh” bir kabuldür, sizin ağzınızdan size söylenir ve onunla siz secde için kalkarsınız. Oradaki dil sizin hayattaki rukûnuzun kabul olduğunun ifadesidir. Rukûnun kabulünden sonra size secde yolu açılır. Secde ayrı bir hayattır ama rukû ile açılır. “Sizin Veliy’niz ancak Allah’tır, Rasûlü’dür ve (şu) iman edenlerdir ki onlar salâtı ikame eder, rukû halinde zekatı verirler.” (Maide-55)
Ayetteki tariften hayat tarzı olan rukûyu, rukûnun hayat tarzı olduğunu öğreniyoruz. Bir de âyet velilerimizi öğretiyor. Önceki âyetlerden “dûniHİ veliler YOK”u öğrenmiştik, şimdi “Veliniz ancak Allah’tır”ı öğreniyoruz: “Ancak Allah, O’nun Rasûlü ve O’na iman edenler. Sizin veliniz dûniHİ olmaksızın bunlardır” buyrulup Rasûlullah’ın ve mü’minlerin özellikleri, hayat tarzları tanımlanıyor: Onlar salâtı ikame ederler ve rukû halinde zekatı verirler: Dikkat edilirse, “Rukû halinde zekatı verirler” tarifi ile yeni bir hayat tarzı öğreniyoruz. Bu hayat tarzındakiler Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcarlar, Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcarken rükû halindedirler.
Hayatta Allah’tan utanma işini başlatan esas şey bir hâlin fark edilmesidir. İnsan dûniHİ algı ve zann’larıyla Allah’a karşı ilâhlık tasladığını fark ettiğinde rukû hâli başlar. Tasladığı bu ilahlık nedeniyle Allah’tan utanan insan dûniHİ algıya sırt döner, böylece yeni bir yaşantı başlar; rukû hayat tarzı. Allah utanmasını başlatan esas şey budur ve bu sırt dönüşün edebidir. Olması gereken de budur, ulaşılması gereken de budur. Ancak normal yaşantıdaki günahlar buna ulaşmayı engeller. Dolayısıyla, biz önce hayatımızdaki günahların utanmalarını yapmalıyız. Bunun için nafile salâtlardan yararlanabiliriz. Kişi kurtulmak istediği bir günahı utanç noktasına getirmişse, ondan utanırken o günahı rukûsuna taşır. O günahın utancıyla salâtta rukûya gider, kabul olduğunu öğrenir. Birinci secdeye gittiğinde o günahın yokluğunu yaşar. O günahın yokluğunu görünce ikinci secdede şükrederek secde eder. Böylece salât normal günahlardan kurtulmanın da yöntemi olur. Salât mirac’tır, miraca gitmenin yoludur ama aynı zamanda sizi miraca taşıyacak Burak’tır, önce Burak’a binmek lazım. Biz Burak’a binmeden miraca gitmek istiyoruz. Salâtı Burak olarak kullandıktan sonra miracı yaşamak gerekir. BURAK rukûda bütün günahlarımızdan kurtulmanın utancını yaşamaktır, utanarak Allah’tan af dilemektir. Bu utanma öyle hâle gelir ki siz salâta durduğunuzda “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasının utancıyla durursunuz.
Bu utanma yüzünden birinci secdede o iddia yok olur, o yüzden ismi YOKLUK SECDESİ’dir, daha doğrusu o YOK EDEN SECDE’dir. Birinci secdeye Yok Eden Secde demek daha mânâlı olur, Yokluk Secdesi ifadesini kişiler tam anlayamaz, neyin yok olacağı tam fark edilemez. O yok eden secdedir, YOK eden! Oraya bir şey götürmek lazım ki YOK olsun. Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcamak harcama çeşitlerinin tümünü kapsayınca, o olay “Billâhi anlamında hayat tarzı” olarak tanımlanır, onu “Billâhi algı ile yaşamak” diye tanımlayabiliriz. Billâhi anlamında yaşamak isteyen tâlib vermeye başlıyor demektir. DûniHİ hayata ait ne varsa vermeye başlıyor, Allah için hepsini terk ediyor! Bunun diğer ismi HİCRET’tir. Esas hicret dûniHİ’den Billâhi’ye gelmektir. Dolayısıyla, Billâhi algı ile rukû halinde yaşamak sonucuna varırız. Billâhi algıda ve Allah’tan utanarak huzurda edeble duruş RUKÛ HALİ olur. Tarifi artık budur: Billâhi algıda ve Allah’tan utanarak huzurda edeble duruş! Bunu biraz açacağız ki anlatılanı yaşayabilelim.
Bize rukû hayat tarzını öğreten Maide-55. âyetin iniş sebebiyle ilgili rivayetlerden bir tanesi şimdi konumuza ışık tutacaktır. Ebu Zerr radıyallahu anh’den: Bir gün Mescid’de öğle salâtı ikame etmiştik. Bir dilenci; “Ey Rabbim, şahid ol. Rasûlullah’ın mescidine geldim, dilendim, kimse bana bir şey vermedi” diye şikayet etti. O sırada Hz. Ali salât ikamesinde ve rukûda idi. Dilenciye serçe parmağındaki yüzüğü işaret etti, o da aldı.” (Hadis) O mübarek insanlar fiillerde çok önemli canlandırmalar yaşamışlardır, sırf biz öğrenelim diye. Biz Büyük Hacet duası’na sahip olalım, o duadan yararlanalım diye Efendimiz (SAV) Taif’te taşlanmış olarak kanlar içinde dua etmiştir. Düşünün, Rasûlullah o pozisyonda dua ederek “bir dua” oluşturuyor. Bunu yaşıyor ki biz o duayı yapalım. Böyle bir hâl var. Bu rivayette anlatılanda böyle bir olay rukûda cereyan ediyor. Hz. Ali radıyallahu anh efendimiz rukûda ve bir dilenci inananları Allah’a şikayet ediyor. Bir mü’min olarak Allah’a karşı utanıyor. Çünkü Rablerine, öğretmenlerine şikayet edildiler. Bu duygularla, rukûda parmağındaki yüzüğü işaret ediyor, kişi de o yüzüğü alıyor. Şimdi bu olaya bir yöntem dahilinde bakalım. Bir, müslümanları Allah’a bir şikayet eden var. İki, bu şikayeti duyup Allah’tan utanan var. Üç, utanan kişi rukû halinde. Dört, utanan kişi bu şikayete karşı ne yapacak? Rukû halinde telaş gösteriyor, serçe parmağında yüzük var onu veriyor. Yaşanan olayları, Hz. Ali radıyallahu anh efendimizin halini ve bu durumla ilgili gelen âyeti hâlimize, amellerimize, idrakımıza taşırsak yukarıdaki sonuçları elde ederiz.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor: “İman yetmiş küsur şubedir. Utanmak da imanda bir şubedir.” (Hadis) Allah’tan utanmak olan rukû hâli haşyetullah ile ulaşılan bir sonuç hâldir. Haşyetullah ile ulaşılan ilk ve esas sonuç Allah korkusudur. Allah’tan utanmak hâli işte bu Allah korkusunun beden dilidir, Allah korkusunun elbisesidir. Burası çok önemli, lütfen dikkat buyurun, sizinle rukûyu, saf rukûyu anlamaya çalışıyoruz. O sadece bir insanca utanma değildir. Bir kere Haşyetullah’la başlıyor. Haşyetullah Allah ilminin kişide oluşturduğu duygudur, o ilmin karşılığı olan duygudur. Kul Allah’ı tanıdıkça, öğrendikçe Allah ilminin onda oluşan duygusudur. Kulda o ilmi tanımanın karşılığı bir duygu bütünü oluşur, o duygulardan birisi Allah Korkusu’dur. Allah Korkusu bedendir. O bedenin dışarıya verdiği görüntü, o bedenin dili Allah’tan utanmadır ki bu Rukû Hayat Tarzı olarak tanımlanmıştır. Bütün bunları açan ise Allah’ı tanımaktır, Billâhi anlamdır.
Allah’tan utanma hâli Allah korkusunun beden dilidir, Allah korkusunun elbisesidir. Bu haşyetullah Allah ilminin duygusudur ve Allah ilmiyle ilgili her sonucu da içerir. Ancak, bütün sonuçlar birleşince Allah Korkusu bedenini, üstünde de Allah’tan Utanmak elbisesini oluşturur ki bu rukû hâlidir. Rukû hâli müttakiyi âlim sonra ârif yapar. Sonra da Arif-i Billah’a taşır inşaAllah. Bu hâli heceler gibi tekrar tanımlayalım. Kaynağı Haşyetullah, içi Allah korkusu, dışı Allah’tan utanmak, bakışları Allah’tan ummak olan Rukü hâline Kur’ân “takva libası, takva elbisesi, takva kılığı, takva kişiliği, takvanın görünüşü” der. Önemine binaen özetleyelim: Bu hallerin hepsinin başlatıcı sebebi Haşyetullahtır. Onun oluşturduğu iç beden Allah’tan Korkudur. Elbisesi Allah’tan utanmaktır. Onun Allah’a bakışı ise ummaktır. Kul bu yüksek Korku ve Umut ile Allah’tan rahmetini, merhametini, hidayetini, mükafatlarını umuyor. Rukû hali işte bütün bunları uman bir bakıştır, bu halin adıdır. Dikkat etmeliyiz ki Allah’tan umma halinde “Korku ve Umma” yani “Havf ve Reca” eşit olmalıdır. Bu yüksek korku ve umma haline Kur’ân “Takva Libası, Takva Elbisesi, Takva Kılığı, Takva Kişiliği, Takvanın Görünüşü” demektedir: “Takva libası elbette hayrlısıdır.” (A’raf-26) DûniHİ algi ve zann’larının oluşturduğu korku ile Billâhi algı ve ikanının Allah korkusu tabiatı gereği birbirinden çok farklıdır, birbirinden çok uzaktadır. DûniHİ algının korkusu bir ızdıraptır ve dûniHİ algıdakiler Billâhi kapsamındaki korkuyu ızdırap zannettikleri için “Bizi Allah’la korkutmayın” derler. Bilmedikleri için! Allah’tan korku huzur sebebidir. Ama dûniHİ idrakla korkanın korkusu, o korkunun tabiatı ızdıraptır.
“Allah bir şehri misal verdi: ‘Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah’ın nimetlerine karşılık nankör lük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku libasını tattırdı.” (Nahl-112)
Allah onlara ‘açlık ve korku elbisesi’ giydirdi. Nankörlüklerinden dolayı giydikleri bu libas dûniHİ algının korkusudur, o elbisedir. Bu elbise de o algının göstergesidir. Bu korku elbette bahsettiğimiz Allah Korkusu’ndan farklı ve uzaktır. Bir kere bu korku onlara bir azap olarak tattırılmıştır, giydirilmiştir. Yine de biz bu iki korkunun farkını biraz anlayabilmek için şunları paylaşalım:
- Billâhi algıdaki tâlib, yaratılmış olanlardan değil, yaratılmışların Sahibi’nden korkar. “Bir şeyden korkmayın, Allah’tan korkun” dediğimizde söyleneni iyi anlamak için bazıları soruyor: Bir uçurumun başındaysak korkmayacak mıyız? Veya bir aslanla karşılaştık, aslandan korkmayacak mıyız? Bütün bunları daha iyi anlamak için soruyorlar. Biz “Uçurumdan, aslandan korkmayın” demiyoruz. Sahibinden kork, her şeyin sahibinden korkun. Böylece korktuğun şeyde bile Allah’ı bul ve O’ndan kork, O’na sığın. Billâhi algıda olan kul, yaratılanların yaratıcısından, Yaratan’dan korkar.
- DûniHİ algıda olan kişi yaratılmışlara vehmettiği “müstakilen var ve muhtar” zannettiği güçlerden korkar. Lütfen dikkat buyurun, dûniHİ algıdaki kişi “müstakilen var ve muhtar” güçler oluşturup etiketler yapıştırmıştı. Şimdi yapıştırdığı etiketlerden korkuyor. Gitti, bir adamın kapısına çok önemli bir mevkiyi etiket olarak yapıştırdı, adamın haberi bile yok. Ayetleri gördük, etiketlenen inkâr edecek. İşte o dûniHİ algıyla yapıştırdığı etiketten korkar, çünkü o etiketi gerçek zanneder. Onun korkuları hep dûniHİ zann’larının, oluşturduğu dûniHİ güçlerin korkusudur. Billâhi algıya ait korkuyla böyle bir farkı var. Aslında bu iki korkunun birbiriyle hiç ilişkisi yoktur.
- Billâhi algıda olan tâlib için “kimsenin olmadığı yer” diye bir kavram yoktur. Bu yüzden o hep kendini kendi denetler. Allahtan korkan için “kimsenin olmadığı yer” kavramı yoktur ve bu durumda pek tabiidir ki kul kendisini kendisi denetler. Bir örnek verelim. Salât ikamesi için camiye girerken kapıda “abdestiniz var mı?” diyen var mı? Bir denetleyen yok. Kendimizi kendimiz denetleriz ve abdestsiz girmeyiz. Denetçiye gerek yok, herkes abdestiyle girer. Yaşanmış bir olayı da paylaşayım. Birisi abdestsiz girip namaz kılıp çıkıyor. Biz “böyle iş olur mu?” deriz ama kişi hele de bu bilgilerle ilgilenen biriyse “abdestsiz salât ikame edilebilir, ben denedim oldu” der. Olur tabii! Ama dûniHİ bir iştir, boş iştir. Niye biliyor musunuz? Buna cevap olarak iki korku arasındaki başka bir farkı görüyoruz:
- DûniHİ algıda olan kişi için “kimsenin olmadığı bir yer ve an” vardır ve o an onun için kuralların çiğneneceği bir fırsattır. Örneğimizdeki kişiye göre camide kimse yok. Kimse onu kontrol etmediğine göre abdestsiz girebilir. O algının yaşama tarzına göre “kimsenin olmadığı yerler ve anlar” vardır ve oralar önemli bir fırsattır. Kendinizde bunu inceleyin. Esfele Sâfiliyn’de bu özellik var, buna meyil var! Bu yüzden, kimse yoksa toplumsal yaşantıda uyması gereken kuralları çiğner, onu açıkgözlülük zanneder. Polis varsa kırmızı ışıktan korkar, yoksa korkmaz. DûniHİ algıda olduğu için korkularını birisine göre yapmıştır, Allah’a göre değil! Korkuları dûniHİ’dir. Bu yüzden, insanları Allah’tan korkutma diyor. Bizim yaşamaya çalıştığımız Billâhi kapsamındaki korkunun senin dûniHİ algına ait korkuyla hiç ilgisi var mı, bre cahil? Senin korkun bâtıl’dır, kullanılacak bir malzeme değildir. Senin korkun birisine dayanıyorsa, kimsenin olmadığı, yani denetleyenin olmadığı yerde ve anda korktuğun bir şey de yoktur. Fırsat elinde olunca kuralları rahatlıkla çiğneyebilir, yani açıkgözlülük yapabilir. Bu sebeplerden dolayı dûniHİ algıdakiler kendi aralarında bu kişiye UTANMAZ ADAM derler. Bunu onlar der, biz değil. Böyle davrananlara, bu işleri yaşantı haline getirenlere halk arasında “utanmaz adam” derler. Bizim Rukû Hali diye anlattıklarımız tamamen imanlı kul içindir. Bu anlattıklarımız utanmaz adamın ancak küfrünü artırır: “Kalblerinde hastalık (kâfirlik ve münafıklık marazı) olanlara gelince onların inkârlarını büsbütün artırır ve onlar kâfir olarak ölürler.” (Tevbe-125) Allah’ı ve Rasûlü’nü duyuşu onun nefretini artırdı ve dûniHİ algıyla kâfir olarak öldü. DûniHİ algıyla öldü, bitti, sonsuza dek…
DûniHİ algı öyle bir musibettir ki o hâl üzere ölmemek gerekir. Kur’ân bize; “Billâhi algı veya ikanı üzere ölün” diyor. Uyarıyor; sakın dûniHİ algı üzere ölmeyin.
Bu yüzden son nefes çok önemlidir. Son nefesinde insan Allah’ın dışındayım zannıyla ölürse idrakı bu seviyede kalır ve ahiret hayatında bu idrakının sonucunu yaşar. Son nefesi doğru götürebilmek için Billâhi algı hayali, onun zikrullahı, Billâhi algı ve hayallerini ikana dönüştürmek için onları hayat tarzı haline getirme gayretleri çok önemlidir. Yaşarken bu gayrete girmemişseniz “ben o an yaparım” diye bir şey olmaz. O anda aklınız başınızda değildir. Ancak otomatikleştirmişseniz yaparsınız, değilse o anda olmaz.
Bu yüzden Efendimiz (SAV) buyuruyor ki; “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölmüşseniz öyle dirilirsiniz.” Dolayısıyla: “Ey, iman edenler! Allah’tan hakkıyla ittika edin ve ancak müslimler olarak (Billâhi algıyla) ölün.” (Al-u İmran; 102)
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
Aşağıların Aşağısı
2. Baskı, Sayfa: 243-257.